Yaşadıklarından, gördüklerinden ve okuduklarından çıkardığı anlamları uzun yıllardır başka biçimlerde anlatan yazar, oyuncu ve senarist Ercan Kesal, bu kez kendi hikayesini bir başka anlatıcıya emanet etti ve Gazeteci Yenal Bilgici’nin kaleminden “Cebimdeki Ekmek Kırıntıları” kitabı birkaç ay önce okurla buluştu… C Level Club x GalataportBizTalks serisinin ikinci buluşmasında bir araya geldiğimiz Kesal ile hem “Cebimdeki Ekmek Kırıntıları”nın satır aralarını hem de hikaye anlatıcılığının sırlarını konuştuk. Usta sanatçı, “Tüketici; tıpkı seyirci, tıpkı okur gibi kandırıldığını çabuk fark eder ve affetmez. O yüzden pazarlamanın da samimiyetten başka silahı yok” diyor…
Hikaye anlatıcılığının türlü yöntemleri var muhakkak. Yazarlık, senaristlik ve oyunculuk personalarını üzerine giymiş bir hikaye anlatıcısı olarak sizin en güçlü olduğunuzu düşündüğünüz yöntem hangisi?
Hikaye anlatmak, annemi taklit etmeye başlayarak çıktığım bir yolculuk. Sonrasında bu yolculuk okuduklarımdan çıkarttığım anlamları kağıda dökerek devam etti. Beni 48 yaşında oyunculuğa başlatan, yönetmenliğe giden yolu açan, sinemayla buluşmama vesile olan da edebiyatın ta kendisi. Dolayısıyla kendimi, en “güçlü” demeyeyim ama en “iyi” hissettiğim yöntem yazmak. Hangi yolu ya da bir diğer deyişle yöntemi seçerse seçsin bir şekilde hikaye anlatıcılığına bulaşan herkesin besleneceği en büyük kaynağın da edebiyat olduğunu düşünüyorum. Kısacık ömrünüzde yaşadığınız ve yaşayabileceğiniz anlar ne yazık ki kısıtlı. Başkalarının hayatlarına, başkalarının pencerelerine dolayısıyla başkalarının hikayelerine edebiyatla bakabilirsiniz…
Hayatın içerisinde tek bir an, tek bir kare bile ilham olmak için yeterli elbette. Peki, siz ilhamınızı en çok nerelerden besliyorsunuz?
İlhamdan ziyade bir dert sizi yola çıkarıyor… İlham, aslında derdinizle karşılaştığınız ve bütünleştiğiniz yerde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, derdinizi haklı çıkaran bir takım şahit olmalar ya da ağrınızı hatırlatan bir paragraf size “ilham” olabilir… Beni hikaye anlatıcılığına götüren ilk derdin ne olduğunu soracak olursanız da büyümek diyebilirim… Büyümenin çok sancılı bir süreç olduğunu düşünüyorum, beni hikaye anlatmaya iten ilk dert “büyümek” bu yüzden… Büyümenin sancısı derken olumsuz bir şeyden ziyade dünyayla kurduğunuz varoluşsal bağı kastediyorum.
Dijital kanalların çeşitlenmesi, şüphesiz hem anlatılacak hikayelere yeni alanlar açtı hem de hikaye sayısı ve çeşitliliğini artırdı… Örneğin çevrim içi platformlar, dizi ve filmler için önemli bir gösterim alanı artık. Sizce platformların hikaye anlatımına ne gibi katkıları/etkileri var?
Bugün insanlar, diğer pek çok şeye olduğu gibi hikayeye de daha sık ve daha kolay erişebiliyor ve doğal olarak daha çabuk tüketiyor… Dolayısıyla bugün duyulan ihtiyacın da arttığı hikaye; “içerik” dediğimiz şeye dönüştü. Eskiden belki ayda bir kez gittiğiniz sinema sizin için törensel bir eylemdi. Bugün koşullar günde birkaç film seyretmeye, sabaha kadar bir sezon dizi bitirmeye elverişli. Elbette hal böyle olunca kalite bir parça düşüyor. Çünkü niteliğin, artan nicelikten etkilenmemesi mümkün değil. Ancak yine de kaliteli hikayenin her zaman öne çıkacağı ve kendini göstereceği kanaatindeyim. Bugün geldiğimiz noktada tam da bu yüzden asıl mesele, her şeyin hızla tüketilip unutulduğu bir çağda akılda kalacak hikayelere imza atabilmek.
Dijitalleşmenin geleneksel sinemanın sonunu getireceğine inananlar var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Post-modern yaşam gündelik alışkanlıklarımızı değiştiriyor ve değiştirmeye devam edecek muhakkak. Sinemanın kendine has ritüeli bitmez ancak bundan sonra hikayelerin, seyirciyle daha çok dijital ortamda buluşacağı da bir gerçek… Hikaye anlatmak pazarlama sektörü için de oldukça önemli… Sizce Türkiye’de hedef kitlesinin kalbine dokunan bir hikaye anlatmak isteyen reklamcının üzerinde mutlak durması gereken unsurlar neler? Kesinlikle samimi bir hikaye anlatması gerekiyor reklamcının… Gerçeği eğip bükünce ya da yeniden biçim verince “müşterinin aklının alınabileceğine” dair bir ön kabul var ancak bence bu son derece yanlış… Tüketici, tıpkı seyirci, tıpkı okur gibi kandırıldığını çabuk fark eder ve affetmez. O yüzden pazarlamanın da samimiyetten başka silahı yok. Samimiyetle anlatılan her hikaye mutlaka muhatabına ulaşır.
Artık aynı zamanda interaktif iletişimin kurulabildiği bir çağdayız. İzleyenin hikayeye yön verebildiği çeşitli dizi ve film projeleri yapılıyor… Önümüzdeki süreçte bu interaktif iletişimin üretilen içeriklere katkısı ne olur sizce?
Kısa süreli değişiklikler aldatmamalı. Daha geniş perspektiften daha uzun zaman içerisinde bakmak gerek… O zaman göreceksiniz o kadim bilgiler, yani halihazırda bildiklerimiz, bir diğer deyişle hafızamız bizi doğduğumuz yere geri döndürecek. Bugün baktığınızda okullaşmayla ilgili de klasik eğitim-öğretim metotlarını aramaya başladı insanlar. Nerede başlamıştı, “okul” dediğimiz yerden önce öğrenmek nasıl bir şeydi? Öğrenmek, usta-çırak ilişkisine dayanan ve hayatın içerisinde şekillenen bir süreçti ve benim gözlemim bu noktaya geri döndüğümüz yönünde… İnsan ilişkilerinin de hikayelerin de dolayısıyla sinema ve dizilerin de kendi hafızasına geri döneceğini düşünüyorum.
Televizyon dizilerinde de rol alan bir oyuncu olarak son zamanlarda ekranlara gelen yapımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ulusal kanallardaki işler, süre açısından hem oyuncuyu hem de seyirciyi zorluyor. Seyirci böylesi bir uzunluğu talep ediyor gibi gösteriliyor ancak ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bu durum beraberinde tekrara düşen hikayeleri ve niteliksiz işleri getiriyor. Dijital ülkemizde süre anlamında da bir alternatif yarattı. Kısa süreli ve başı sonu belli olan yapımlar ister istemez seyirciyi daha çok içine çekiyor.
Diğer taraftan arkamızdan gelen bambaşka bir kuşak var. Dünya başka bir yere eviriliyorsa -ki bence eviriliyor- bunu anlamaya çalışmakta fayda var. Türkiye’deki dizi ve film sektörünün bu açıdan dünyayı iyi takip ettiğini ve adapte olduğunu düşünüyorum. Uyarlama hikayeler hızlıca ortaya konuyor örneğin… Ancak yine de ben kendimize ait anlatılacak çok fazla hikaye olduğunu düşünüyorum. Uyarlamalar ve taklitlerden ziyade kendi hikayelerimize odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum, benim temel meselem hep bu oldu.
Son dönem Türk dizilerinde sıkça ele alınan ve oldukça ses getiren hikayelerden biri de seküler ve muhafazakar karakterlerin çatışması… Sizce bu hikayelerin toplum tarafından ilgiyle karşılanmasının sebebi ne?
Çünkü böylesi hikayelerde izleyici kendini görüyor… Böylesi mevzular uzunca sayılabilecek bir süredir “yasak” konularmış gibi algıyla sunulduğu için aynı zamanda kendi hikayesinin vücut bulduğunu görmek seyirciye iyi geldi. Üzerine konuşacak konular da çoğaldı böylece… Bu gibi hikayelerin de daha çok anlatılması gerektiğini düşünüyorum.
Türk sinema ve dizi sektörünün üzerinde durmayıp “görmezden geldiği” hikayeler hangileri sizce?
Anadolu, çok fazla toplumsal yapının hem var olduğu hem yok olduğu, savaşların yaşandığı bir göçler coğrafyası… Bunlar bir tarafıyla keder verici olsa da birikimi yüksek değerler. O yüzden Anadolu’dan hikayeler bulmalı, hafızamızı ortaya dökmeliyiz. “Zengin oğlan-fakir kız” hikayelerini ise artık bir kenara bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Gerek Yeşilçam’da gerekse TV dizilerinde bu çatışma sakız gibi çiğnendi… Her dönemin koşullar etrafında şekillenen kendine has bir hikayesi var muhakkak…
Peki, sizce bugünün Türkiye’si başlı başına bir hikaye olsaydı, bu hikayeyi nasıl özetlerdiniz? Yetişkin olmaya çabalayan bir delikanlı…. Olgunlaşmaya çalışan bir ergen derdim. Babasından hem korkan hem de babasına üç kağıt yapan bir çocuk… Ya da bir ayağı doğuda bir ayağı batıda tuhaf bir canlı, bir yandan da değişen dünyaya ayak uydurmaya çalışıyor. Kafası çok karışık…