Uzun yıllar süren reklamcılık deneyiminden sonra dizi ve sinema sektörüne geçen Osman Sınav, bugünlerde sinema eleştirmenleri tarafından “ustalık eseri” olarak değerlendirilen yeni filmi “Uzun Hikaye” ile izleyicinin karşısına çıkıyor. “İnsanlar sinemaya değişik amaçlarla giderler, sıkılmak için gitmezler” diyen ünlü yapımcı, sinemayı sadece sanat olarak görenlere de itiraz ediyor. Sinemanın yüzde 50’sinin sanat yüzde 50’sinin de içinden ekonomi geçen bir endüstri olduğunun altını çizen Osman Sınav, Türk Sineması’nın gelişimi için, içerisinde önemli aktörlerin olduğu önemli filmlerin olması gerektiğini düşünüyor. “Bu filmlere Türkiye’deki sinema düşünürleri, sinema yazarları ‘gişe filmi’ diyerek küçümseyerek bakıyorlar. Gişe filmi yapmakla günah mı işleniyor?” diyen Sınav’ın bir kamera bularak film çeken ve festivallerin yolunu tutan genç sinemacılara da mesajları var…
Osman Sınav; Süper Baba, Deli Yürek, Ekmek Teknesi ve Kurtlar Vadisi gibi efsane olmuş dizilerin yapımcısı ve yönetmeni… Önce İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve tekstil tasarımı, sonra sinema ve televizyon eğitimi alan ve ardından da kariyerine televizyon reklâmlarına metin yazarak ve yönetmenlik yaparak başlayan Sınav’ın portfolyosunda 300’ü aşkın reklam filmi bulunuyor. Sınav’ın geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan sinema alanındaki kariyeri ise Sinegraf isimli film yapım şirketini kurmasıyla başlıyor. TV için Muharririn Ölümü, Yalancı Şafak, Atlıkarınca, Hünkârın Bir Günü, Küçük Dünya, Aşka Kimse Yok, Kapıları Açmak ve Yalancı isimli filmleri, sinema için de Gerilla, Deli Yürek Bumerang Cehennemi ve Pars Kiraz Operasyonu filmlerini çeken Sınav, 90’lı yılların başında ise dönemin pek çok popüler dizisinde yapımcı ve yönetmen olarak görev alıyor. Sınav, şimdi de karşımıza uzayıp giden demiryollarında kasaba kasaba gezerken, umudunu hiç kaybetmeyen Bulgaryalı Ali ile ailesinin hikâyesini anlatan “Uzun Hikâye” ile çıktı karşımıza. Biz de son filminin vizyona girdiği gün Sınav ile bir araya gelerek kendisiyle Uzun Hikâye’yi, sinema ve dizi sektörünü konuşuyoruz.
Uzun süre devam eden bir reklamcılık deneyiminiz var. Öncelikle bu dönemde bahsedelim isterseniz…
Sanatla ilgili işlerime resimle başladım. Sonra her Anadolu insanın olduğu gibi para kazanma kaygısına kapıldım. Beş kardeşiz, annem terzilik, babam pazarcılık yaparak bize para yetiştirmeye çalışıyordu. Sanırım resim yeteneğimi kullanarak daha fazla para kazanabileceğim bir iş bulma duygusu oluştu içimde. İki yıl sonra bölümümü değiştirdim ve tekstil bölümüne geçtim. İki yıl da tekstil okudum. Ama İtalyan dizaynlarını kopyalamaktan başka bir şey yapmadığımızı gördüm. Bu nedenle tekstilden de vazgeçtim. Sonrasında sinemayla ilgilenmeye başladım. Türkiye’nin ilk sinema okulu olan Mimar Sinan’a girdim. Okulla birlikte ara sıra kitap kapağı gibi küçük grafik işleri yapıyordum. Bir gün Manajans’ta yetiştirilmek üzere bir yapım elemanı aranıyor ilanı gördüm ve bu ilanla hayatım değişti. Çok fazla mülakat vardı ve mülakatların çoğu İngilizce’ydi. Ana dil gibi İngilizce bilmek gerekiyordu. Bense İngilizce bilmiyordum. Şartlara hiç uygun değildim. Her bölüm için ayrı ayrı yapılan, beş gün süren görüşmelere katıldım. İngilizce bilmiyordum, okulum dolayısıyla yarım gün çalışabilirdim. Bunlara rağmen biraz fazla para talep ediyordum. Eli Acıman güzel bir insandı. Acıman “Sen nasıl bir fenomensin? İngilizce bilmiyorsun, yarım gün çalışacaksın ama çok para istiyorsun” dedi. Sonra beni daktilonun başına oturttu ve “Yaz bir görelim” dedi. Bu enteresan görüşme zincirinin ardından işe alındım. Reklamcılığa da ilk adımlarımı böyle attım.
Peki ya sinema eğitiminiz ve sinemaya dair hayalleriniz…
Aslında işin görünen macerası dışında şöyle bir şey var: Ben sinema yapmayı tercih ettiğim an sinema okuluna gittim. 80’lerde Türk sinema sektörü tamamen sıfırlanmıştı. Televizyonlar siyah-beyazdı ve bir tek TRT vardı. Sinemayı nerede yapacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu. Böyle bir ortamda birkaç arkadaşımla birlikte sinema yapmaya karar verdik. Ben hayatımda seçmediğim ve hayal etmediğim hiçbir şeyi yapmadım. Bu işi nasıl yapabiliriz diye strateji geliştirdim. Sinemaya en yakın meslek, beni sinemaya taşıyabilecek meslek reklamcılıktı. Yani reklamcılığı sinemaya uzanmak için bir yol olarak seçtim. Uzun bir süre reklam yazarlığı yaptım. Reklam yazarlığına ara verdikten sonra Grafika’ya geçtim. Orada da uzun yıllar, özellikle Unilever markaları üzerine çalıştım. Sonra reklam filmleri çekmeye başladım. Günün birinde de “OMO’nun ne kadar sattığıyla, Elidor’un saçları ne kadar yumuşattığıyla ömrümü geçirmeyeceğim” dedim. En hızlı, en verimli çalıştığım dönemde arkadaşımla televizyon için bir senaryo yazdık. Onunla TRT’ye gittik ve böylece 1987 yılında ilk uzun metrajımı çekmiş oldum. Sinegraf’ı kurmuştum reklam filmleri yapmak üzere. İlerleyen yıllarda birkaç kez iflas ettim. Amacım her zaman bir “Osman Sınav Sineması” oluşturmaktı. Böylelikle bu günlere gelmiş oldum.
“Osman Sınav Sineması”nı biraz açabilir misiniz? Neler var bu sinemanın içinde?
Bunu daha çok sinema kritikçileri, düşünen analiz eden insanlar daha iyi görebilirler sanırım. Bir sinemacının en zorlandığı şey aslında sözlerle kendisini ya da filmini anlatmasıdır. Mehmet Ömer Kavur “O anlatılamayan şeyi ben filmle anlatıyorum” derdi. Sinema bir dil ve sadece sözle, fotoğrafla, resimle, müzikle anlatılamayan şeyleri sinema filmleri anlatır. İnsan hayatına dair en minimal aşk hikâyelerinden, en büyük aksiyon hikâyelerine kadar uzanan yolculukta Osman Sınav Sineması’nı görebilirsiniz. Ama bunların içinde hiç değişmeyen bir şey vardır. O benim karakterlerimdeki adalet duygusudur. Karakterler mutlaka adalet duygusuyla, bir adaletsizlikle başları belaya girer benim işlerimde. İkinci olarak da mutlaka aşıklardır. Sanırım en önemli iki özellik bu…
Sektöre damgasını vuran diziler yaptınız. Süper Baba, Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi… Bu işin hamurunu biliyorsunuz, hangi işler daha çok tutuyor? Bir formülünüz var mı?
Sektördeki bütün arkadaşlar bu sorunun cevabını merak ediyor. Ama o formülü inanın ben de bilmiyorum. Bildiğimiz şeyler parça parça… Ben yerli olmaktan yanayım. Yaşadığınız coğrafyanın, ülkenin kültürel kimliğine doğru bakmak gerekiyor. Uluslararası olmak için mutlaka yerli kültürden geçmek gerekiyor. İnsanı daha iyi tanımak için toprağına doğru yolculuk yapmanız, toprakla bağlarına, köklerine inmeniz gerekiyor. Oraya indiğiniz zaman insanı yakalarsınız. İnsanı yakalayınca zaten insan sonunu görürsünüz. İnsan renk, doku farkları dışında tüm dünyada aynı varlıktır. Özünde mesele insana ulaşmak… İnsanı anlamak, anlatmak, analiz etmek… Anlattığınız insan ya da drama ne kadar derin olursa olsun yalın anlatmak çok önemli. Yalınlık basitlik değildir. Yalınlıkta derinlik de vardır. Hem yalın hem derin olabilmek aslında en zorudur.
Türk dizi sektörünü içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yurtdışına açılan Türk dizilerinden, inanılmaz rakamlara varan ücretlerden, oyuncu haklarından bahsediliyor.
Sektör nereye gidiyor sizce?
Bence gidişat iyi… Aslında daha iyi bir yere doğru daha hızlı gitme meylimiz var. Bunun için daha iyi ve daha çok çalışmamız gerekiyor. Bunun 20-25 yıllık geçmişi size şöyle özetleyebilirim. 90’lı yıllarda “Yalancı” ve “Kapıları Açmak” adında iki film yaptık. Bu filmler ödül aldı, star çıkardı. Örneğin, Mehmet Aslantuğ iki Altın Portakal aldı. O yıllarda bile biz Türk sinemacıları olarak Türkiye’deki sinemalarda salon bulamıyorduk. Uluslararası dağıtım şirketleri Türkiye’ye geldiler ve reklam filmlerini dağıtıyorlardı. Televizyona baktığımızda “Dallas” gibi Amerikan pazarlamasının ürünü olan diziler, hakimdi. Biz yerli içerik üretmeyle 1995’den sonra önce televizyonlara yerli dizileri yerleştirdik. Sonra yavaş yavaş sinemada da yerli filmler yer almaya başladı. Şimdi o uluslararası dağıtım firmaları kendi firmalarının, stüdyolarının dağıtımlarını yapıyorlar ama Türkiye’deki iyi filmlerin dağıtım önceliğini almak için yarışıyorlar.
Rüzgar tersine döndü yani…
Evet. Sinemalarda yer bulamazken böyle bir değişim yaşandı. Bu değişim iyi yapılmış hatasız filmler, ticari vizyonu da olan filmler sayesinde oldu. Bundan 12 yıl önce televizyonda bir adım daha attık. Bir arkadaşım geldi “Ben Türk dizilerini yurtdışına pazarlamak istiyorum. İlk olarak Kazakistan’da bulduğum bir TV kanalına Deli Yürek’i satmak istiyorum” dedi. “Amerika’da Hollywood ne yapmış diye biraz bakınmış bir Türk gelecek ve bizim yaptığımız işleri Asya’ya Ortadoğu’ya, Balkanlar’a pazarlayacak diye hayal ediyordum. O Türk senmişsin” dedim. Bunun üzerine getirisinin çok düşük olacağını söyledi. Bende “bant parası, eleman parası, artı 1 dolar istiyorum” dedim. Neden diye sorunca “Satın almayı öğrensinler diye. Bu işe böyle başlarsak beş yıl içinde bu çevre pazar olmaya başlayacak. 10 yıl sonra 250-300 milyonluk bir rakama ulaşacağız, bu bizim pazarımız olacak” dedim. O zaman için 30 dolarla başladık.
Yani bugün milyon dolarlara karşılık gelen bu sektörün ilk ateşini siz yaktınız…
Evet, ilk yurtdışı adımı böyle atıldı. Şu anda Türk starlarımız çevre ülkelerde kendi starlarından daha çok talep ediliyor. Dizi sektöründe belli bir noktaya ulaşmış olduk. Ulaştığımız nokta güzel bir nokta. Aynı şeyin sinemada da olması gerekiyor. Buralarda sinema salonu işletmesi ne durumda bilmiyoruz. Hiç kimse bu konuda bir çalışma yapmıyor. Bu pazarda daha hızlı ilerleyebilmek ve kalıcı olabilmek için ortak içerik üretmemiz gerekiyor. Yıllardan beri bunu savunuyorum. Yaklaşık üç yıl önce Bulgaristan’dan bir roman yazarı romanını televizyon dizisine uyarlamamızı istedi. Hikâye daha çok Bulgaristan hikâyesi ama oradaki Türklerin yaşadıkları da anlatılıyor. Bir aşk hikâyesi de var. Ortak olunsa bütçe yine aynı olacak, katkısı az olacak ne gerek var diyenler var. Evet, aynı para kazanılacak olabilir. Ama beş sene sonra başka bir rakam olacak. Ayrıca kalıcı olabilmek için ortak içerik, ortak pazar yaratabilmek için ortak hikâye şart. Önce hikâye paylaşacağız ki ortak bir algı yaratalım. Sonra alışveriş yaparız.
Türk Sineması için neler söyleyebilirsiniz? Bu sektörün en büyük sıkıntıları nedir sizce?
Türk Sineması’nda birçok eksik var. Daha iyi olabilmemiz yapılması gereken çok iş var ve onları yapmıyoruz. Mesela festivaller yeni sinemacı çıkarma konusunda bir kaynaktır. Sinemanın ana sermayesi “yeni kreatiflerdir” bence… Mutlaka bir finansman mantığının oturması gerekiyor. Sinemanın yüzde 50’si sanat yüzde 50’si de içinden ekonomi geçen bir endüstri… Ama şöyle bir algı oluştu. “Şu kadar param var, bir film çekelim” diyen üç-beş arkadaş bir araya geliyor ve bir film çekerek festivallerin yolunu tutuyor. Bunların tabii ki olması lazım çünkü bunlar birer zenginlik… Ama bunların yanı sıra asıl sinemayı taşıyan fil ayaklarının olması gerekiyor. O fil ayakları yok Türk sinemasında… Eleştiriliyor ama Şahan Gökbakar, Cem Yılmaz yakalıyor bunu mesela. Bu insanlar da sinemacı değil, tiyatrocu, komedyenler. Sinemayı taşıyan belli türler içinde önemli aktörlerin içinde olduğu önemli filmlerin olması gerekiyor. Bu filmlere Türkiye’deki sinema düşünürleri, sinema yazarları “gişe filmi” diyerek küçümseyerek bakıyorlar. Gişe filmi günah mı işliyor? Sonra “Türkiye’de 34 milyon bilet satılıyor” diye konuşuyoruz. Fransa’da nüfusunun dört katı bilet satılıyor. İnsanlar sinemaya değişik amaçlarla giderler, sıkılmak için gitmezler.
Bu aralar sıkça Antalya Film Festivali’ni ve buradaki tartışmaları dinler olduk. Sinemadan ziyade jüri üyelerinin veya festivalinin organizasyonunun konuşulduğu bir dönemden geçiyoruz.
Antalya Film Festivali dediğinizde bu festival Türk sinemasının bir yıllık bilançosunun açıldığı yerdir. Bu olmaktan çıktı. Sadece tartışmalarla gündeme geliyor. O tartışmalarla bir şey yapılmaya çalışılıyor. İnsanlar artık o festivallere gitmiyorlar. Oraya da işte “Ben de bir marka kaparsam 250 bin lirayı da Kültür Bakanlığı’ndan alır, bir film yaparım, Antalya’dan ya da şuradan buradan bir de ödül alırım” diyenler gidiyor. Sinemanın sermayesi ve yeni kaynaklarımız genç sinemacılar. O insanlardan iyi işler çıkacak ve sinemayı büyütecekler. Yanlış anlaşılmasın, onları kaybetmek istemiyorum. Tam tersine onları beslemek istiyorum. Ama algı bu noktaya geldiğinde “Eyvah” derim. Başka bir algı yaratılmalı. “Bir kamara bulur, üç-dört arkadaş bir araya gelir, hem yazar, hem oynarız” düşüncesiyle bu iş olmaz. Bu bir endüstri… “Bağımsız film yapıyoruz biz” diyorlar. Neye bağımlısın ki bağımsız film yapıyorsun. Universal Türkiye’de stüdyo açtı da bizim mi haberimiz yok? Bağımlı bağımsız diye bir şey yok Türkiye’de. Bu kavram tartışılmıyor mesela. İşte sorunlar buralarda.
Gelelim son projeniz olan Uzun Hikâye’ye… Kelimelere dökmenin zor olduğunu söylediniz ama yine de soralım. Filminiz ne anlatıyor?
İşte en zor kısma geldik. Filmin hikâyesini anlatma kısmı… Bu, benim 11 yıldır çekmek istediğim bir hikâye. Kenan İmirzalıoğlu ile de o yıllarda paylaşmıştım. Bu rolü oynamak istiyordu. Uzun Hikaye, Mustafa Kutlu’nun kitabından uyarlama. Kitabı henüz okumamıştım ve Kenan Işık heyecanla “Müthiş bir kitap, çok etkilendim. Çok iyi bir film olur” demişti. Okudum ve çok etkilendim. Ama kolay bir kitap değildir. Mustafa Kutlu hikayeleri okuduğunuzda sinema salonundan çıkmış gibi olursunuz. Ama senaryosu çok da kolay değildi. Roman sinemaya daha yakındır, hikâyelerin yapısı daha farklı… Senaryo matematiğini çıkarmak tehlikeli… Hikaye romana göre daha sırlı bir şey. “Uzun Hikaye” adı gibi gerçekten uzun bir hikaye türü, içinde birçok hikaye barındırıyor. Film olabilmesi için iyi bir çalışma gerekiyordu. Birkaç kez çalıştık olmadı, rafa kaldırdık, tekrar çalıştık. En son senaristimiz Yiğit Güler’le çalışmaya başladık ve Yiğit çok iyi bir iş çıkardı. Bu defa oldu dedim ve Mustafa Kutlu ile Kenan İmirzalıoğlu’nu aradım. Mustafa Kutlu, “Hayırlı olsun. Senaryonu görmek istemiyorum, sadece iyi bir film izlemek istiyorum” dedi. Çok iyi oyuncular var kadroda. Bir filmin kadrosu her zaman bu kadar iyi olmaz. Bazı filmler 8-10 yılda yapılan filmlerdir. Bu da benim böyle bir filmim. Vedat Özdemir müthiş görüntüler aldı bu filmde. Ben hayal ederken o gerçekleştiriyordu. Bir masal atmosferi oluştu. Çok sahiciler, dönem eleştirileri var ve yine adalet duygusu ön planda. Yine aşk var. Osman Sınav Sineması’nın özelliklerinin tümü bu filmde var.
Son olarak televizyona yönelik son projelerinizden bahsedelim. Ajandanızda neler var?
Birkaç proje üzerinde çalışıyorum. Benim dükkânımda her zaman iki-üç proje çalışılıyor olur. 2. Abdülhamit dönemini anlatan bir projeyi önümüzdeki sezon için hazırlıyorum. İki yılı aşkın bir süredir üzerinde çalışıyorum. Tarihin Kurtlar Vadisi olarak kodluyoruz bunu… Çok önemli bir dönem, bu yüzyılı ve etrafımızdaki ateş çemberini anlamak için o yüzyılı bilmek gerekiyor.