Son zamanların en dikkat çeken ve beğenilen oyuncularından biri Kerem Bürsin… Türkiye onu önce Kanal D’de yayınlanan Güneşi Beklerken dizisiyle, ardından da Line ve Lipton reklamlarıyla tanıdı. Oysa onun oyunculuk kariyeri daha eskilere dayanıyor. Genç yıldız Hollywood’un ünlü yönetmen ve yapımcılarından Roger Corman’ın Sharktopus ve Ghost of the Imperial Palace filmlerinde de rol almış. İleriye dönük hedefi ise bir hayli iddialı: “Yurt dışında tanınan bir Türk oyuncu olmak.” Onu diğer reklam yüzlerinden ayıran özelliği ise Boston’daki Emerson College’ta “Pazarlama” alanında eğitim almış olması ve oyunculuğa da “pazarlama” penceresinden bakması. Kısacası oyunculuğunu pazarlama bilgisiyle bütünleştiren Bürsin, “markaların dilinden anlayan” bir reklam yüzü…
Röportaj: Mehlika Akgün
Sizi önce Güneşi Beklerken dizisiyle tanıdık. Ardından Line ve Lipton’un reklamında oynadınız. Reklamında oynayacağınız markaları nasıl seçiyorsunuz?
Boston’da Emerson College’ta pazarlama eğitimi aldım aslında. Şöyle bir şey var: Bir şirket kuruyorsun, onun bir değerinin olmasını istiyorsun. Bir süre sonra şirket istediğin noktaya ulaşıyor. Dolayısıyla kiminle çalıştığın, kiminle ilişkiler kurduğun çok önemli. Çünkü bu durum bir süre sonra senin kimliğini temsil etmeye başlıyor. Aynı şey oyunculuk için de geçerli… Ben de seçimlerimi tek başıma yapmıyorum. Gaye Sökmen Ajansı’nın oyuncusuyum ve bu bir işbirliği. Biz altı-yedi kişilik bir ekibiz ve ben de bu ekibin bir parçasıyım. Nerede, hangi projede yer alacağıma birlikte karar veriyoruz. Bence en sağlıklı yollardan biri de bu.
Seçici davranıyor musunuz peki ve yaratıcı sürece dâhil oluyor musunuz?
Tabi ki ben de ajansım da tüm projelerimizde seçici olmaya çalışıyoruz. Gelen senaryoları okuyoruz, rahatsız olacağımız bir şey varsa müdahale etmeye çalışıyoruz.
Pazarlama eğitimi aldıktan sonra oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz? Oyunculuk kariyeriniz Türkiye’de mi başladı?
Ben aslında gerçek anlamda Türkiye’de yaşamaya yeni başladım. İlkokulda okurken bir sene Ankara’da yaşamıştım ama sonrasında farklı ülkelerde yaşadım. 2000 yılında da Amerika’ya yerleştim. Oyunculukla lisede tanıştım. Profesyonel anlamda oyunculuk kariyerim aslında Türkiye’den önce Amerika’da başladı. Pazarlama eğitimimin ardından oyunculuk eğitimi aldım ve sonrasında Amerika’da iki filmde rol aldım.
Peki, nasıl gelişti bu süreç?
Yani şöyle düşünün Hollywood’tasın ve 7 milyon oyuncu var. “Marketing”te olduğu gibi, “Nasıl farklılık yaratabilirim, nasıl göz önüne çıkabilirim ve nasıl en sonunda yapmak istediğim şeyi yapabilirim?” diye düşündüm. Ve ne yazık ki ben burada bir ürün yaratmıyorum. Ürün, bir fincan olsaydı, onun camının Afrika’dan geldiğini, o camın inanılmaz bir kaliteye sahip olduğunu anlatırsın ve ürünü satarsın. Ama oyunculukta bu durum farklı. Örneğin, David karakterini oynayacaksın. Sorman gereken soru “Karakteri ben nasıl farklı yaratabilirim?” oluyor ama nihayetinde hepimiz oyunculuk yapıyoruz. Bir de ben şanslı bir insan değilim, benim bir yerlerde rol alabilmem için yardım edecek “aracı insanlar” yok çevremde. Ama burada şu soru önem kazandı benim için: “Oyunculuk için sen hazır mısın?” Pazarlama okurken öğrendiğim bir şey var; ne kadar iyi bir ürünün varsa onu o kadar kolay satarsın… Bu düşünceyi oyunculuğuma entegre ettim. Oyunculuk tekniğime ne kadar katkı yaparsam şansımın da o denli artacağını düşündüm… Oyunculuk felsefem buydu benim. Hep hazır hale gelmeye çalıştım. Oyuncular hemen oyuncu olmak istiyor. Ben de bunu istedim elbette. Ama ‘hemen’ olmuyor! Olmayınca da bence çoğu insan kahroluyor, üzülüyor… Ama onun yerine bu süreci daha iyi kullanmak ve hazır hale gelmek lazım.
Ve Amerika’da iki filmde rol aldınız…
Los Angeles’ta bir oyunculuk seçmelerine gittim. Roger Corman’ın Sharktopus ve Ghost of the Imperial Palace filmlerinde rol aldım. Ama iki filmi de hiç tavsiye etmem! Yalnız şöyle bir sözü vardır İngilizler’in: “Dilenciler seçici olamaz.” Bu filmlerde bir fırsat vardı ve ben de “Bu fırsatı nasıl değerlendiririm?” diye düşündüm. Roger Corman’ın özelliği piyasada yeni isimler keşfetmek. Hollywood’taki pek çok isim onun keşfi. Böyle düşününce, Roger Corman gibi biriyle iş birliği içinde olmak çok güzel. Bu benim için bir artıydı ve onunla iki filmde oynadım. Profesyonel anlamda oyunculuk kariyerim böyle başladı.
Sonrasında Türkiye’ye döndünüz…
Evet, sonra Türkiye’ye döndüm. Ama Türkiye’ye gerçek anlamda dönmeden önceki yaz Gaye Sökmen’le tanıştım. 23 yaşındaydım, kendisiyle planlar, projeler üzerine konuştuk. Bu şekilde başladı…
“Güneşi Beklerken” dizisi Türkiye’deki ilk projeniz. Dizinin bu kadar tutacağını, başarılı olacağını hiç düşünmüş müydünüz?
Aslında bunu hiç düşünmüyorum, düşünmeyi de sevmiyorum. Yani bunun için yapmıyorum oyunculuğu. Elbette başarılı olmasını isterim. Ama zaten biz birlikte, ekip olarak karar veriyoruz. Proje geldiğinde derinlemesine bakıyoruz, düşünüyoruz. Güneşi Beklerken’de “Kerem Sayer” karakterini çok beğendim ama bundan daha ziyade benim için yönetmen çok önemliydi; Türkiye’de ilk projem olacaktı. Piyasayı çok iyi tanımıyordum. Ama hem Yönetmenimiz Altan Dönmez’in hem de D Yapım’ın projede var olması, beni daha da heyecanlandırdı.
Sette nasıl geçiyor vaktiniz, mutlu musunuz?
Çok muyluyum ve çok şanslıyım. İnanılmaz bir kadro ve inanılmaz bir ekip. Gerçekten ortamımız harika. Aile gibiyiz, hiç kimsede ego yok ve herkes iç içe, çok eğleniyoruz.
Böyle bir anda büyük ilgiyle karşılaşmayı hiç bekliyor muydunuz ve başrol oynamaya kendinizi hazır hissediyor muydunuz?
Böyle bir ilgiyi hiç beklemiyordum. Hiç düşünmemiştim. Ama başrolde oynamaya hazır hissediyordum kendimi.
Bu ilginin devam edeceğini düşünüyor musunuz?
Belki… Ama belki de bu dizi biter ve ben işsiz kalırım! Buna da alışık olmak lazım. Mesela ben buna alışığım ve bunu Amerika’da öğrendim. 21 yaşındaydım, Hollywood’daki ilk senemdi ve hemen iki film çektim. Dolayısıyla kendimi şanslı hissediyordum, beklentim, hayallerim vardı ama hiçbiri olmadı. Sonraki işim şoförlüktü! Çok güzel bir “soğuk duş” etkisi yarattı bende bu. Gördüm ki bu meslekte her an kendini yerde bulabilirsin. O yerin nasıl koktuğunu ve nasıl göründüğünü bildiğin için oraya tekrar inersen bile yine çıkabilirsin…
Kimlerin şoförlüğünü yaptınız peki o süre zarfında?
Rachel Hurd-Wood, Dan Fogler gibi oyuncuların şoförlüğünü yaptım. Genellikle İngiltere’den Amerika’ya oyunculuk seçmeleri için gelen oyuncuların şoförlüğünü yapıyordum. O birkaç aylık bir işti. O işten sonra da spor hocalığı yaptım.
Dizide oynadığınız ‘Kerem Sayer’ karakteri çok beğenildi. Tekrardan yine aynı tarzda bir rolde oynamaya ilişkin bir çekinceniz veya korkunuz var mı?
Benim amacım popüler olmak veya ünlü olmak da değil. Benim amacım kaliteli ve gurur duyacağım projelerde oynamak. Kerem Sayer gibi bir karakter yeniden gelebilir ve yönetmen “Kerem Sayer’de ne yaptıysan bu rolde de onu yapmanı istiyorum” derse bunu kabul etmem. Çünkü o bambaşka bir insandı, o Kerem Sayer’di. Bu ise bambaşka biri ve bunun her şeyi farklı olmalı. Senaryo güzelse ama rol aynıysa, o zaman bundan sonrası benim işim. “Bunu ben nasıl farklı yapabilirim?” diye düşünürüm. Oynayacağım kişi yine zengin bir çocuk olabilir ama karakteri kesinlikle farklı, değişik bir insan olacaktır. Bu zevkli de olabilir aslında. Ama ben farklı karakterleri canlandırmayı seven bir insanım ve benim hayalim gerçekten farklı farklı karakterlerde oynamak.
Hayatınız değişti mi dizide oynadıktan sonra? Ünlü olmak size ne hissettiriyor?
Kendimi hiç ünlü hissetmiyorum ki. Hayatım şöyle değişti; ben metro kullanmayı çok seviyorum ama şimdi kullanamıyorum. Metroya bindiğimde ineceğim durağı kaçırıyorum. Çünkü ilgi gösteren, fotoğraf çektirmek isteyen kimseye hayır diyen biri değilim.
Hedefiniz nedir? Kendinizi nerde görmek istersiniz?
Piyasayı kesinlikle küçümsemiyorum ama nasılki neredeyse tüm futbolcuların hayalinde Şampiyonlar Ligi’nde ya da Avrupa’da oynamak varsa benim de uluslararası alanda tanınan bir Türk oyuncu olmak gibi bir hayalim var.