Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’deki medyanın işleyişini bir türlü anlayamadığını ifade eden Hürriyet gazetesi yazarı Taha Akyol, siyasi körlüğün oluşturduğu kutuplaşmanın medyada “kapkara bir dönemin” göstergesi olduğunu düşünüyor. Tetikçiliğin artık Türk medyasının bir gerçeğine dönüştüğünü söyleyen Akyol “Gerçeklikten ziyade çamur atmak önemli hale geldi. Doğan Grubu’nun PKK’yı desteklediği iddia ediliyor. Böyle rezalet olur mu?” diyor. Hem seçim sonuçları hem de Başbakan Davutoğlu’nun kişisel etkisiyle AK Parti’nin daha ılımlı bir dil kullanmaya başladığını ifade eden Akyol’a göre bu ılımlı dil iktidara yakın medyada rağbet görmüyor.
Röportaj: Ferruh Altun
Kendi deyimiyle Taha Akyol’un gazetecilik kariyeri üç dönemden oluşuyor. İlk dönemi Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı olan Her Gün’de yaptığı çalışmalar oluşturuyor ki Akyol’a göre bu süreci profesyonel bir gazetecilik dönemi olarak değerlendirmek pek de mümkün değil. İkinci dönem ise 12 Eylül sonrasında Kemal Ilıcak’ın sahibi olduğu Tercüman gazetesinde çalışmaya başlamasıyla şekilleniyor. Esas profesyonel basın hayatına orada adım atan Akyol, Tercüman gazetesinin mali sıkıntıya girmesinin ardından Aydın Doğan’la birlikte çalışmaya başlıyor ki bu da üçüncü dönemi oluşturuyor. Hem siyasetin gündemini hem de medya-siyaset ilişkisini konuşmak üzere bir araya geldiğimiz Hürriyet gazetesi yazarı Taha Akyol’un açıklamaları bir hayli çarpıcı…
Gazetecilik geçmişinizi üç döneme ayırıyorsunuz. Bu üç dönem arasındaki farklar nelerdi?
Aslında bu üç dönem Türkiye’deki genel değişimi de içinde barındırıyor. 12 Eylül’den önce Türkiye’de medya çok güçlü ve teşkilatlı değildi. 12 Eylül sonrasında Turgut Özal’ın başlattığı değişim medyaya da yansıdı ve daha modern, teknik açıdan daha donanımlı, uzmanlaşmanın olduğu bir medya çıktı ortaya. Dünyadan farklı olarak yazarlık Türkiye’deki gazeteler açısından daha önemli bir faaliyet haline geldi.
Geriye dönüp baktığınızda meslek hayatınızı şekillendiren isimler kimler oldu?
Bu isimlerin en başında Kemal Ilıcak geliyor. Eğer o bana Tercüman gazetesinin kapısını açmasaydı 12 Eylül’ün ardından cezaevinden çıktıktan sonra Yozgat’a gidip avukat olacaktım. Ancak rahmetli Ahmet Kabaklı hocamız ve Nazlı Ilıcak beni kendisine tavsiye etmiş. Böylece Tercüman’da çalışmaya başladım. Yine Nazlı Ilıcak’ın dostça desteği oldu. Güneri Civaoğlu’nu da belirtmem gerekiyor. Tercüman gazetesine genel müdür olduğumda MHP davasında idamla yargılanmış, cezaevinden çıkan genç bir gazeteciydim. Rahmetli Turgut Özal’ın bir gezisi için Erzurum’a giderken uçakta Güneri Civaoğlu yanıma geldi ve “Kemal Bey sana gazete yazılarını bırak genel yayın müdürlüğüne bak, promosyonlarla, reklamla ilgilen diyor mu?” diye sordu. Ben “evet” deyince “Sakın bunu yapma çünkü yöneticilik bir meslek değildir ama gazetecilik bir meslektir. Ben yazılarını okuyorum, beğeniyorum, sakın yazarlığı bırakma” dedi. Bu benim için önemli bir tavsiyeydi. Tercüman’dan sonra da hiçbir yerde yönetici olmadım. CNN Türk’ün kurucu ekibinde yer aldım ama orda da yöneticilik yapmadım.
Basında yönetici olmamak özgürlük anlamına mı geliyor?
Elbette. Yönetici olduğunuzda kurumu temsil etmek gibi ahlaki bir sorumluluğun altına giriyorsunuz. Yazdığınız yazı kişisel görüşünüz olarak değil kurum görüşü olarak algılanır. O sebeple yönetici olmamak daha isabetli bir karar. Öte yandan gazetecilik geçmişimde benim için önemli isimlerden biri de Aydın Doğan. Tercüman gazetesi maddi açıdan sıkıntıda olduğu dönemde eğer Aydın Doğan beni birlikte çalışmaya davet etmeseydi ya marjinal gazetelerden birine geçecektim ya da avukatlığa dönecektim. Önce Meydan gazetesinde ardından da Milliyet gazetesinde yazmaya başladım Aydın Doğan sayesinde. Şimdi de Hürriyet gazetesinde yazıyorum. Özgürce, hiçbir etki altında kalmadan yazılar yazdım Doğan Grubu’nda.
Medyada oluşan kutuplaşma AK Parti’yi nasıl etkiledi?
Kutuplaşma AK Parti’ye sağlam ama genişleme imkanı olmayan bir taban yarattı. Bu son seçimlerde de o tabanın dokuz puan küçüldüğü görüldü. Çünkü aşırı kutuplaşma hiçbir zaman olumlu sonuç doğurmaz. Sağlıklı demokrasilerde sağlam sağcılar ve sağlam solcular vardır. Ama bir de ortada ülkenin genel gidişatına göre karar veren ve bir tür hakemlik yapan bir orta sınıf vardır. Türkiye gibi ülkelerde ne yazık ki orta sınıf zayıf olduğu için kutuplaşma genişler. Yüzde 60’lık bir sağ blok yüzde 13’lük bir Kürt blok ve yüzde 25’lik bir sosyal demokrat blok oluştu. Oysa 1950’lerde İsmet Paşa’nın CHP’si yüzde 40’ı görebilmişti. Bugünse birbiriyle iletişim kurmayan mahalleler oluştu. Oysa muhafazakarların liberallerden, liberallerin muhafazakarlardan ve solculardan öğrenmesi gereken değerler var. Ama siz mahalleler yaratır ve iletişimi bitirirseniz kültürel paylaşım biter, politik kavga başlar.
AK Parti tabanı son seçimlerden nasıl bir ders çıkardı?
Kesinlikle daha ılımlı hale geldi. Hatta AK Parti içerisinden “Fabrika ayarlarına dönelim” diyen ciddi bir kitle ortaya çıktı. Sadullah Ergin, Mehmet Ali Şahin ve Nihat Ergün gibi isimler AK Parti’nin kuruluş ilkelerinden uzaklaştığını ve o ilkelere geri dönmesi gerektiğini söylüyor.
Erdoğan da böyle mi düşünüyor sizce?
Bilmiyorum. Bu durumun farkında olmasını temenni ederim ama farkında mı, değil mi bilmiyorum. AK Parti’nin kuruluş tüzüğünde milletvekili seçiminin parti içinde ön seçimle belirleneceği yazıyor. Hiç oldu mu? Hayır! Milli irade “Yasama”, “Yargı” ve “Yürütme” erklerinden teşekkül eder deniyor. Oysa şimdi milli irade dendiğinde sadece meclisteki AK Parti çoğunluğu anlaşılıyor. Başlangıç ilkelerinden nasıl kopulduğu ve bir otoriterleşme sürecine girildiği sosyolojik bir gerçek. Kuruluş tüzüğünde anlatılan partiyle bugün iktidarda olan parti aynı parti değil.
Hep medya açısından baskının en çok artığı süreçte olduğumuz söyleniyor. Siz gazetecilik geçmişinizde birçok iktidar gördünüz. Gerçekten bu söylenen doğru mu?
Medya açısında Türkiye’de iki önemli kusur var. Birincisi siyaseten aşırı kutuplaşma… Siyaset uğruna medya etiği, entelektüel değerler ve hatta bilimsel veriler sıfırlanıyor. Gerçeklikte ziyade çamur atmak önemli. Doğan Grubu’nun PKK’yı desteklediği iddia ediliyor. Böyle rezalet olur mu? Ama bu siyasi Makyavelizm Türkiye’ye AK Parti’nin soktuğu bir hastalık. İkincisi ise kalite problemi. Bu da aslında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in insani gelişmişlik sırasıyla ilgili bir durum. Yani daha çok sansasyonel, horoz dövüştürür gibi atılan manşetler görüyoruz. Halbuki gelişmiş ülkelerde daha ağırbaşlı, analitik bir yayıncılık yapılıyor. Gazetecide de suç var ama yukardan, patrondan emir geldiğinde gazeteci ne yapsın? Örneğin “Alo Fatih” skandalı! Yukardan emir geliyor kaldır bu yayını diye. Ne yapsın gazeteci, ne yapsın patron?
Son sayımızda yayınladığımız Ali Bayramoğlu söyleşisi bir hayli tartışıldı. Kimi noktalarda AK Parti’yi eleştirdiği için “hain” ilan edildi Bayramoğlu… Kendi tarafını eleştirenin hain olarak adlandırıldığı bir dönemden mi geçiyoruz?
Maalesef öyle. Ali Bayramoğlu Türkiye’nin en kaliteli entelektüellerinden biri. Politik bakımdan angaje bir aydın değil. Türkiye’nin siyasi hayatında askeri vesayetle geçen bir dönem var. Liberalin, muhafazakarların, sol liberallerin buna karşı çıkması gayet tabiydi. Bu üç taraf vesayete karşı çıkarken muhafazakarlar liberalleri ve sol liberalleri kendi askerleri gibi gördüler. Vesayet ortadan kalkınca da muhafazakâr iktidar otoriterleşti ve hem sol hem de sağ liberaller bunu eleştirmeye başladı. Buna karşı muhafazakar iktidar taraftarlarının ilk tepkisi “size ihtiyacımız yok” oldu. Sonrasında ise “hain, dönek ve satılmış” olarak yaftaladılar. İşte Ali Bayramoğlu’na yapılan saygısızlık bunun bir göstergesi. Ali Bayramoğlu ta başında, bu iktidar Cemaat’le kol kola girerken Cemaat’i büyük bir tehlike olarak görmüştür ve bunun mücadelesini vermiş. Bayramoğlu Marketing Türkiye’ye verdiği röportajda da AK Parti iktidarının nasıl otoriterleştiğini anlatınca bu defa silahlar ona çevrildi. Bu bize özeleştiri yapmanın, analitik düşünmenin gelişmediğini gösteriyor. Mahalle anlayışının zihinleri nasıl fanus içine soktuğunu gösteriyor.
Son seçim sonuçları medyaya da bir rahatlama getirdi mi?
Elbette. Çünkü bu genel gidişten AK Parti tabanın da rahatsızlık duyduğu görülmüş oldu. O yüzden dikkat derseniz seçimlerden önceki üsluplarıyla seçimlerden sonraki üslupları aynı değil. Burada asıl kastettiğim Sayın Cumhurbaşkanı’dır. Seçimlerdeki o sert üslubu seçimlerden sonra daha ihtiyatlı hale geldi. Ama bu ihtiyatlı tavır Cumhurbaşkanlığı makamının getirdiği tarafsızlıktan olsaydı ben daha çok sevinirdim ama öyle olmadığını seçim döneminde gördük. Demek ki AK Parti’nin oyunun düşmesi uyarıcı oldu. İşte demokrasi bunun için var. Öte yandan AK Parti’de oluşan ılımlı söylemlerin ben Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kişiliğinden de kaynaklandığını düşünüyorum. Ahmet Davutoğlu ile iki yıldır hiç karşılaşmadım ve bir temasım olmadı. Sadece AK Parti Genel Başkanı olduğunda kendisini telefonla tebrik ettim. Dolayısıyla şimdi söyleyeceklerimin duygusal bir tarafı olamaz. Davutoğlu akademisyen olduğu için kavramsal konuşuyor. Kavramları kendisine yarar veya zarar getirir endişesiyle seçip ya da çarpıtıp söylemiyor, o kavramların gerçek değeriyle konuşuyor. Ve Davutoğlu bir toplumu germenin büyük sorunlar çıkaracağını biliyor. O sebeple ilk geldiğinde Erdoğan’ın ambargo uyguladığı gazeteler de dahil olmak üzere tüm medya temsilcilerini topladı ve yumuşama olmasını istediğini ifade etti. Fakat bu tavrı AK Parti medyasında görmek pek mümkün görünmüyor.
Suruç’taki patlamayla birlikte Türkiye yeni bir döneme girdi gibi görünüyor. Nasıl bir süreç bekliyor bizi?
Ne yazık ki Ortadoğu bugün 19’uncu yüzyıl Avrupa’sını daha vahşi bir şekilde yaşıyor. Daha vahşi çünkü o dönemde Avrupa’da Rönesans yaşanmıştı, Avrupa okuryazarlığını tamamlamıştı, sanayi devrimini yaşamıştı. Benzeyen taraf ise şu anda Ortadoğu’da olduğu gibi milli sınırlar, demokrasi standartları oturmamıştı. Aşırı sağ ve aşırı sol ortalığı kan gölüne çevirmişti. Bugün de Ortadoğu’da mezhep savaşları var. Sünniliğin IŞİD gibi aşırı yorumlarla ortaya çıkması, İran ve Hizbullah tarafından temsil edilen Şiilik, gücünü bir hayli kaybetmiş olan Arap milliyetçiliği ve bir de yükselen militan Kürt milliyetçiliği… Bunların hepsi Ortadoğu için ayrı ayrı birer sınır talebi. Bizim İslamcı kesimde ise “100 yıllık parantez kapandı” diye bir romantizm doğdu. Sanıyorlardı ki Ortadoğu’da Batılı ülkelerin çizdiği sınırlar kalktığında Osmanlı geri gelecek. Ama geri gelen Osmanlı değil IŞİD oldu, PYD oldu, Şii Hilal oldu. Suriye’yi çatıştırılan tüm hassasiyetlerin Türkiye’de eli-kolu var. Türkiye’de IŞİD yapılanmasının uzantıları var. PYD diyoruz Diyarbakır’ın karıştığını görüyoruz. Bunlar sınırların zihinlerde oturmadığı bir coğrafyada sınır değiştirme hareketleri anlamına geliyor ve maalesef militanca yapılıyor.
Türkiye Ortadoğu’daki bu hareketleri doğru okuyamıyor mu?
Hükümetin Ortadoğu’daki hatasını ben prensip hatası değil doz hatası olarak görüyorum. Suriye’de ayaklanma çıktığında Türkiye Esad’ın yanında yer alamazdı, çünkü Esad dünyada bir diktatör olarak görülüyordu. Fakat Esad’a karşı olan her şeye karşı olmak, her şeyi Esad’ın devrilmesine endekslemek ve bunun dışında Türkiye’ye politik esneklik bırakmamak, Mısır’da ise “Sisi gitsin, herkes darbeye karşı tavır koysun” demek ve böylece Türkiye’nin hareket kabiliyetini sınırlamak hükümetin hatasıydı.
Milliyet gazetesi Suruç’taki patlamayla ilgili Twitter’da “Yabancı liderlerin Türkiye’deki IŞİD terörünün bir numaralı sebebini oluşturan kişiyi arayıp Suruç için başsağlığı dilemeleri utanç verici” şeklinde bir ileti paylaşan yazarı Kadri Gürsel’in işine son verdi. Milliyet’in bu adımını nasıl yorumluyorsunuz?
Kadri Gürsel’in yaşadığı olaya fevkalade üzüldüm. Her ne kadar Kadri Gürsel’le dünya görüşümüz farklı olsa da kendisi çok değerli bir gazeteci ve analizcidir. Özellikle dış politika konularına çok hakimdir. O sebeple yazdığı gazeteden bu şekilde uzaklaştırılmasına çok üzüldüm. Şahsi kanaatim Kadri Gürsel’in gazeteden bu şekilde atılmasında yukardan gelen bir direktifin olduğunu sanmıyorum. Problem medyanın içinde bulunduğu havada. Biraz kraldan çok kralcı olma durumu bu…
Tarihle yakından ilgilenen belgeseller de hazırlayan bir gazetecisiniz. Tarihi bilmek bir gazeteci olarak bugünü yorumlamak için ne denli önemli?
Lozan’da Musul Müzakereleri’ni okumadan Kürt meselesini anlayamazsınız. Lozan’da Kapitülasyonlar konusunu okumadan Türkiye’deki hukuki sistemin neden laik olması gerektiğini anlayamazsınız. Çünkü içinde yaşadığımız an geçmişte temelleri atılan bir süreçtir. Özellikle yakın tarihi bilmek çok önemli bu anlamda. Benim ilk belgeselim “Ortak Acı 2015”ti. Çok aceleye gelen, sanırım benim de biraz acemiliğime gelen bir projeydi o. Ardından 2012 yılında Balkan Harbi’nin 100. yılı dolayısıyla “Rumeli’ye Elveda” belgeselini hazırladım. Ben belgeselciliğe esas başlayışımı da bu proje olarak kabul ediyorum. Ardından yine Lozan’ın 100. yılı dolayısıyla “Bilinmeyen Lozan” belgeselini hazırladım ve sanıyorum çok kaliteli bir belgesel oldu. Son olarak da “1914-1915” belgeselini yayına hazırladık. O da oldukça önemli bir dönemi kapsıyordu.
Önümüzdeki dönem için yeni bir belgesel projeniz var mı?
“1919-1920” dönemini anlatan bir belgesel hazırlama düşüncem var. Bu belgeselde de Osmanlı’nın mağlup oluşu Anadolu’nun paylaşılması, Paris Konferansı, Sevr Antlaşması, Milli Mücadele’nin örgütlenmesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Meclis’in açılması sürecini anlatacak. “1919-1920” dönemini seçmenin sebebi bir önceki belgesel olan “1914-1915”’yi yarıda bırakmamak ve süreci tamamlamak. İkincisi “1919-1920” dönemi bugün tekrar yaşanmıyor ama bugünkü birçok sorunun ve başarının kökleri orada gizli. O sebeple bugüne biraz daha görüş, analiz derinliği kazandırmayı amaçlıyor bu proje.
Tetikçilik artık Türk medyasının bir gerçeği!
“Medyada iki eğilim var. Bir taraf göze girmek için komplo teorileri uydurup hakaret yağdırıyor. 1970’lerde sağcı solcu diye birbirimizi vururken ‘tetikçi’ gerçek anlamıyla karşısındakine ateş eden anlamına geliyordu. Ama bugün tetikçi dediğimizde aklımıza medyanın bir bölümü geliyor. Mesela Ali Bayramoğlu’nun dizine gelecek seviyede olmayanlar Bayramoğlu’na bile hakaret ediyor. Diğer taraf ise ‘Tarafsız, objektif, yanlışları eleştirelim yazarlarımız hür olsun ama aman dikkat edin üstümüze bir bela gelmesin’ diyor. Türkiye’deki medyanın duruşu bu.”
TAHA AKYOL: “Doğan grubu şeytanlaştırılmak istendi”
“Tayyip Erdoğan Türkiye’de medyanın işleyişini bir türlü anlayamadı. Medyanın, gazeteciliğin kendi dinamikleri, kendi değerleri, mesleki bir hiyerarşisinin olduğunu anlayamadı. Hep benim lehime mi yoksa aleyhime mi diye siyasi bir yaklaşımla baktı medyaya. Ona oy verenlerin görüşünü yansıtan gazeteler olması gerektiği gibi ona oy vermeyenlerin görüşlerini yansıtan gazetelerin de olması gerekiyordu. Görüştüğümüz zamanlarda ben bunu kendisine defalarca anlattım, Turgut Özal’dan da örnekler vererek kendisini desteklemeyen gazete ve yazarlara anlayışla yaklaşması gerektiğini söyledim. Ama o olaya ‘benden ve benden olmayan’ diye baktı. Erdoğan’ın medyaya bakışı Türkiye’deki kutuplaşmanın bir simgesidir. Dolayısıyla Doğan Grubu hakkında yapılan ‘Şeytanlaştırma’ çalışmaları iki sebepten kaynaklanıyor: Birincisi dürüst mesleki rekabetin dışında rakip grubu tahrip etme çabası, ikincisi ise siyasi körlük. Doğan medyası denildiğinde akla iki gazete gelir: Hürriyet ve sahibi değişmeden önceki Milliyet… Bu iki gazete Doğan Grubu’ndan önce de vardı. Milliyet gazetesi Abdi İpekçi’nin şekillendirdiği bir gazete. Abdi İpekçi dendiğinde akla sosyal demokrat meslek ahlakı akla gelir. Bu gazetenin okuyucusunun AK Parti’li olması düşünülebilir mi? Mümkün değil. Bu buzdolabı değil ki rengini değiştirip satasınız. Gazeteler onu okuyanların tercihine göre şekillenir. Bugün de AK Parti’yi desteklen gazeteler yarın karar verip sosyal demokrat olamazlar. Türkiye’de farklı düşünen kitleler oldukça farklı yayın yapan gazeteler de olacak. Aynı şekilde Hürriyet gazetesi de Stalin Rusya’sının Türkiye’den toprak talep ettiği dönemde ‘Türkiye Türklerindir’ sloganını Atatürk’ün resmiyle logosunun yanına yerleştirmiş bir gazete. Bu gazetenin AK Parti’ye yakın olan yandaş gazeteler gibi yayın yapması mümkün mü? Bu okuyucuya saygısızlık olur.”