Türkiye’de son yıllarda gazeteciler üzerinde artan baskıların, basın özgürlüğü konusunda okurların yaklaşımını da değiştirdiğine dikkat çeken Gazeteci Candaş Tolga Işık, “İnsanlar o kadar umursamaz oldular ki gazetecileri hoşlarına giden şeyleri söyleyenler olarak görüyorlar. ‘Gazeteci benim fikrimin amigosu olsun’ istiyorlar” diyor. Işık, pazarlama ve reklam dünyasına da eleştirilerde bulunuyor…
Röportaj: Ali Cemal Karabudak [email protected]
Genetik Mühendisliği okuduğu yıllarda radyoculukla başladığı gazetecilik kariyerine bugünlerde Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden biri olan Posta da başyazar olarak devam eden ve aynı zamanda KAFA, Fitbol ve Tarih dergilerinin Genel Yayın Yönetmenliğini yürüten Candaş Tolga Işık’la, medyanın gündemi ve reklam dünyasına ilişkin keyi i bir söyleşi yaptık. Son dönemde medya üzerinde kurulan baskıyı ve bunun son örneği olarak Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün tutuklanmasını eleştiren Işık, okuyucu algısının da geçmişe göre çok değiştiğini ifade ederek, “Geçenlerde bir meslek büyüğümle sohbet ederken bana ‘Bizim mesleğin cenaze namazı kılınıyor’ demişti. Açıkçası ben de öyle düşünüyorum. Gazeteciliğin hakikaten cenaze namazı kılınıyor” diyor.
İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü mezunusunuz ve bunun yanı sıra ABD, Kanada ve İsrail’de genetik mühendisliği eğitimi aldınız. Peki, neden gazeteciliği tercih ettiniz? Valla ben seçmedim… Okuduğum yıllarda hobi olarak radyoculuk yapıyordum. Sonra yurtdışından geldim ve askerliğimi tamamladım. Ama hobi olarak radyoculuğa devam ettim. O hobi bir anda büyüdü. Yaptığım programlar çok ilgi görmeye başladı ve dikkat çekti. Çalıştığım radyonun Genel Yayın Yönetmeni İlhan Uzundurukan sayesinde Posta Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni ile tanıştım. Radyoda röportajlar yapıyordum ve o yaptığım röportajları gazetede yapmayı talep ettim. Önce Rıfat ağabey (Rıfat Ababay) kabul etmedi. Tabii ben bir şekilde bulaşmıştım ve muhabir olarak haberler, röportajlar yapmaya başladım. O haberler de ses getirince yazı yazmaya başladım ve gazeteci oldum. Tabii bu süreçte çalıştığım ilaç rmasından da kovuldum. Sevdiğiniz bir işi yapmaya başladığınızda onu bırakamazsınız ya, benimki de öyle oldu.
Mesleki geçmişinizde sizin için dönüm noktası oluşturan kişi ve olaylar hangileri oldu? En önemli dönüm noktası Rıfat Ababay ile tanışmam oldu… KAFA dergisinde de onun imzası vardır. KAFA olsun, diğer dergiler olsun, TV programım olsun hepsini ondan öğrendiklerimle yapıyorum. Benim dönüm noktam onun tedrisatından geçmek ve okulunda okumaktır.
Can Dündar’ın tutuklanmasının ardından Silivri Cezaevi’ne Adalet nöbetine gittiniz ve burada “Gazeteciler yaptıkları haberler yüzünden hapse atılmasın, tutuklanmasın diyorduk, şimdi gazeteciler cezaevinde tecrit edilmesin, işkence görmesin diyoruz” şeklinde bir açıklamanız olmuştu. Bu şartlarda gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Geçenlerde bir meslek büyüğümle sohbet ederken bana “Bizim mesleğin cenaze namazı kılınıyor” demişti. Açıkçası ben de öyle düşünüyorum. Gazeteciliğin hakikaten cenaze namazı kılınıyor. Burada tabii ki sadece otoriteyi, medya patronlarını, sorumsuz gazeteci adındaki tetikçileri suçlamamak gerek! Burada suç biraz da okuyucunun… Çünkü onların algısı da çok değişti. Ben dokuzuncu senemdeyim meslekte. Geriye dönüp baktığımda dokuz sene önceyle bugün arasında sanki 300 yıl geçmiş gibi hissediyorum. Sanki başka bir ülkede gazetecilik yapıyormuş gibi… İnsanlar o kadar umursamaz oldular ki, gazetecileri hoşlarına giden şeyleri söyleyenler olarak görüyorlar. Gazeteci benim krimin amigosu olsun istiyorlar. Böyle bir meslek değil gazetecilik… Ayrıca gazetecilik köşe yazarlığı da değildir. Gazetecilik muhabirliktir. Son dönemde Türkiye’deki gazetecilere bakın hepsi krini yazan köşe yazarları. Gazete köşeleri tetikçilere emanet edildi. Çünkü bugün hükümetin beklentisi yüzde yüz onlara angaje olmak! Onların adamı olmak! Değilsen adını Ergenekoncu, Paralelci, düşman koyuyorlar… Acı olan ve mesleğin cenaze namazını kıldıran da bu okuyucu algısı.
Tam da bu noktada son yıllarda artan bir kutuplaşma var. Siz bu kutuplaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kutuplaşmada kendinizi nereye koyuyorsunuz?
Benim safım bellidir; Beşiktaşlıyım. Onun karşısında kim varsa ben de onun karşısındayım. Kendi siyasi düşüncemle, hayata bakış açımla, yaşam biçimimle kendimi tanımlayıp benim gibi olmayanı kutuplaştırarak karşımda görmeyi ayıp görüyorum. Türkiye’de bu kutuplaşma artık manavlar arasında da var, futbolcular arasında da. Yani ne yazık ki bu akıl tutulması her alanda var. Gazeteciler siyasi otoritenin kuklası haline geldikleri için daha gözle görülür hale geldi. Türkiye’de üzerinde mutabık kalacağımız “Şu adam en güvenilir, en başarılı adamdır” diyebileceğimiz biri var mı? Yok! Ya adam Nobel ödülü aldı. Sosyal medyada rezil rüsva ettiler. Arda Turan, Türkiye’nin gururu Bayrampaşa’dan gidip FC Barcelona’nın stadında ilk 11’de futbol oynuyor. Twitter’da yazılanları okuyorum hayrete düşüyorum. Bu gazeteciliğe özgü değil kısacası, Türkiye bu durumda…
Posta Gazetesi’nde gündemi yakından takip eden yazılar kaleme alıyorsunuz. Bu çerçevede Güneydoğu’da yaşananları, mülteci sorunu, Rusya krizi gibi konuları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu krizler sizce nasıl yöneltiliyor?
Bu krizi iyi yönetebilmek mümkün değil. Bunu şuradan anlayabiliriz; çocuklar ölüyor. Bu 1 Kasım’dan önce başlayan bir süreç, bunu kim yaptı, kim tilini ateşledi tartışmalarına da hiç girmek istemiyorum. En son 80 günlük bir bebek öldü. Bu bebeğin bir terör örgütü mensubu olma ihtimali olabilir mi? Mümkün mü? Hiç kimse bu bebeğin ölümüne makul bir izahat getiremez. Bunlar gerçekten korkunç şeyler… Tabii çocukların öldüğü bir zeminde ülkenin iyi yönetildiğinden bahsedemeyiz. Çözüm süreci hükümetin kendi beslediği medyanın ve Türkiye’deki “liberal zekâlı tiplerin gazıyla” yanlış yönetildi. Er ya da geç bu sorundan da selamete çıkılacağına inanıyorum.
“Can Dündar’a ‘Cemaatçi’ diyen şizofrendir!”
KAFA dergisinin son sayısında aynı zamanda yazarınız olan Can Dündar’ın köşesini boş bıraktınız ve “Yazarımız seyahatte değil hapistedir” şeklinde bir not düştünüz? Önümüzdeki sayılarında Can Dündar’ın yazıları devam edecek mi?
Can ağabey, (Can Dündar) yazsın veya yazmasın o sayfa orada duracak. Utanmasını bilenlere yazdık o yazıyı da. Can ağabeyin dimdik fotoğrafı duruyor orda. Normalde yazarımız izinde yazar ama biz hapiste yazdık ki görsünler. Gerçekten ayıp bir şey! Devlet burada adı “Paralel Yapı” denen bir örgütle mücadele ettiğini söylüyor ve o yapının da Cemaat olduğunu söylüyor. Can ağabeyi de o cemaatin mensubu ya da destekçisi olmakla suçlayıp cezaevine koyuyor. Cemaat dediğiniz kişiler Can ağabeyin Cemaatçi olduğunu bilseler Cemaati lağvederler muhtemelen. Gerçekten çok komik! Can ağabeyden Cemaatçi çıkaran adam ya kendi öyledir ya da şizofrendir. Bu akla mantığa sığan bir şey değil ve biz de buna isyan ediyoruz. O nedenle Can ağabey yazsın, yazmasın o sayfa bu derginin omurgasıdır ve orada duracak. Biz siyaset yapmıyoruz. Bu bir edebiyat dergisi ve sonuna kadar da öyle kalacak.
Kanaltürk Televizyonu’nda “Bunu k nuşalım” adında bir programınız vardı? Kanala kayyum atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka bir kanalda programınız devam edecek mi? Program devam edecek. Birkaç yerle de görüşüyorum. Ancak bu ara bir vakit problemi yaşıyorum. Üçüncü dergi olarak Tarih dergisini aldık. Bir de Posta Gazetesi’nin başyazarı olarak haftada altı gün yazı yazıyorum. Bu tempoda yine de muhtemelen program yaparım. Kayyum konusunda ise çok yazdım. Eğer kanalın sahibi suçluysa onunla yasal süreci yürütün, bir kurumla ve kanalla mesele çözmek korkunç! Kanalın sahibi Cemaatçi. Ben Akın İpek’le de tanışmadım. Ama Allah razı olsun ekmeğini yedik. Görüşümüz aynı mıdır değil midir? Onu da bilmem. Haftada bir gün programımı yaptım ve çıktım. O kanalda bizimle çalışan bir sürü insan tanıyorum. Diyelim ki Akın İpek Cemaatçi diye kanala el konuldu. O kanalın ışıkçısının, makyajcısının, habercisinin ne suçu var? Bir hesabınız varsa hukuki açıdan Akın İpek’le görün hesabınızı. O kadar insan işsiz kaldı ki… Kış vakti işsiz kalan bu insanların günahı vebali kimin boynuna merak ediyorum.
Peki, bir gazeteci olarak reklam dünyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok kötü reklamlar seyrediyorum ve sinirim bozuluyor. Özellikle son dönemde izlediğim reklamlar kanal değiştirmeyi bırakın televizyon kapattırıyor. Samimi söylüyorum berbat reklam içerikleri var. Uzun zamandır çok çarpıcı, dâhiyane ve yaratıcı bir reklam izlemedim. Biz KAFA dergisinde reklam piyasasına yön verecek yeni bir şey yaptık. Ürünlerin ilanlarını sayfaya koymak yerine, ürünlerin insanların hayatlarına dokunan öykülerini yazıyoruz. Bu reklam açısından değişik bir şey, çünkü insanlar gazetede, dergide gofret fotoğrafı görüp de gidip gofret almıyor. Bu gofretin hayatlarına dair bir şey söylemesi gerek. Geçenlerde Brand Week’e gittik, orada da anlattım. Bir abi çıkmıştı Unilever’den Şükrü Dinçer’di. Orada Dove sabunlarını anlatıyor. Biz de ondan sonra konuşmacı olarak çıkacağız sahneye. Yanımda duayen Levent Erdem, radyocu Nihat Sırdar ve fotoğrafçı arkadaşımız Dilan Bozyel var. Bir ara Nihat bana dönüp “Bu Dove sabun değil miydi?” dedi. Evet dedim. “Ya baba ne anlatıyor” dedi. Bizim markanın promise, şöyle yaptık, böyle yarattık falan… Ben de sıra bize gelince çıktım sahneye, “Dergi anlatmak için geldik ama önce bir şey soracağım size, bu Dove sabun değil miydi?” dedim. Ya sabun en nihayetinde, elini yüzünü yıkarsın. Promise ne! Amerikalı’ların uydurduğu bu marketing denen şey, uydurma bir şey. Çünkü marketing diye bir bilim yok. Marketing bir araç olabilir, terminolojide kullanılacak bir alt terim olabilir. Fakat marketing’i insanlara bilim diye anlatamazsınız. Amerikalılar bunu dünyaya çok iyi empoze ettiler. Artık farkındaysanız pazarlama olmadan her şey boş diyoruz. Halbuki, iyi bir şey yaparsanız o her yerde satar.
KAFA ve Fitbol dergileri gayet iyi gidiyor ve zengin bir yazar kadrosu var. Tarih dergisini de bünyenize dâhil ettiğinizi açıkladınız. Başka projeleriniz de olacak mı?
Bu üç dergi bize yeterince ağır geliyor. Dergicilik ve onu satmak zor işler. KAFA şu anda abonesiz 50 bin satıyor. Fitbol 5 bin civarında, Tarih ise 10 bin satıyor. Bu sene bir Bilim Teknik dergisi de almayı düşünüyorum. Görüştüğümüz bir yer de var.
“Beşiktaş benim için bir yaşama biçimi”
Son olarak size “Beşiktaş” desek altını nasıl doldurursunuz? Ben Beşiktaş’ın altını dolduramam, Beşiktaş bizim gönlümüzü dolduruyor. Benim için Beşiktaşlılık çok başka bir şey… Beşiktaşlılık bir futbol takımından öte yaşama biçimi. Benim bütün çevremdeki arkadaşlarım da Beşiktaşlı. Rıdvan Akar, “Bir değerler manzumesidir Beşiktaşlılık” der. Biz o değerlerin altında toplanmış insanlarız. Hayatımda bir takımı şampiyon oluyor diye tutsaydım, Beşiktaş’ı tutmazdım. Kimse tutmazdı. Bizim değerimiz ahlaklı, dürüst olmak ve takım ruhuna güvenmek. Süleyman Seba’dan, Baba Hakkı’dan, Şeref Bey’den öğrendiğimiz duruşu temsil ediyoruz. Bu da beni mutlu ediyor. Beşiktaş semtinde Beşiktaşlılarla tezahürat yapıp rakı içerken, güzel anlarda Beşiktaşlılığa değer ortak noktalarım çıktığında dünyanın en mutlu insanıyım. Varsın Fener’e Galatasaray’a üç tane atmayalım. Atsak süper olur ama…