Yok olmamak için değişmek şart…
Genelde aynı anda üç-dört kitaba birden başlar, başucuma koyarım. Bazen birini bazen diğerini okurum. “Kitaplar benim kölelerimdir” diyen B. Brecht’ten güç alıp hepsini kaldığım yerden katlayıp koyarım komodinin üst gözüne. Ayraç koysana kardeşim!.. Haklısınız… Ancak bir kere alışmışız. İlle de kaldığımız yerden katlayıp koyacağız oraya. Bir de altını çizip üstüne not almaca tabii…
Ancak şu sıra bir kitap diğerlerinin önüne geçmiş durumda. İki ünlü yazarın, Larry Downes ve Paul Nunes’in ortaklaşa yazdıkları kitap şu sıra başucumda duran kitap- ların en cazibi. Adı “Big Bang Disruption”. Yazarlar “Disruptive Inovation” kavramları üzerine de pek çok makale yazıp, konferans vermişler. Disruptive Türkçeye “Yok eden” diye çevrilebilir. Ben “Ezber Bozan” demeyi de tercih ediyorum.
Sarı sayfalara ne oldu?
Yazarlar kitaba çok çarpıcı bir önekler zinciriyle girmişler. Tespitleri şu: Adres defterleri, video kameralar, pager’lar (çağ- rı cihazları), kol saati, haritalar, kitaplar, seyahat oyunları, el fenerleri, evdeki kab- lolu telefonlar, ses kayıt cihazı, Walkmen, çalar saatler, sabit telefonlarda telesekreter, para cüzdanları, otomobillerdeki sabit navigasyon aletleri (TomTom gibi), özlü söz kitapları, transistörlü radyolar, sarı sayfalar, uçak bileti satan gişeler, gazeteler ve dergiler, seyahat ve sigorta acenteleri,restoran rehber kitapları, hesap makineleri…
Bu sayıların ortak özelliği nedir? Şudur: Ya “disrupter”lar (örneğin mobil teknolojiler) tarafından tarih sah- nesinden bir iki ay gibi süreler içinde silinmişler ya da silinmek üzereler… Bana hemen Türkiye’deki gazetelerin İK eklerini çağrıştırdı. Bir ara onlarca sayfa halinde, kataloglar gibi yayınla- nan bu eklere ya son verilmiştir ya da sekiz sayfaya falan düşürmüşlerdir. Dijital ortamda iş arama ve çalışan arama platformları onları “disrupt” etmiştir…
Sizi kim yok edecek, biliyor musunuz?
Bir güzel örnek de bana sorarsanız T-Box’da yaşanmıştır… Bütün perakende alışkanlıklarını alt üst eden, küçücük kutulara kırış kırış sıkıştırılmış ürünleri, çok başarılı bir dağıtım ağıyla tüm ülke sathına dağıtarak kısa zamanda müthiş bir marka yaratan Boyner Grubu, ne zamanki ürünleri kutudan çıkarıp dükkân kültürü içine soktu, ondan sonra ne oldu gerçekten bilmiyorum… Downes ve Nunes, bu “Yıkıcı, ezber bozan inovatif” ürünlerin bazen ürün ve markaları bazen de toptan kategoriyi, hatta sektörü ortadan kaldırabileceğini vurguluyor. Bunun en büyük nedeni olarak da bu “Yıkıcılar”ın kesinlikle birer rakip gibi ortaya çıkmamaları… Bu nedenle kendilerine karşı önlem alınması gecikiyor. Durum fark edildiği zaman da iş işten çoktan geçmiş oluyor… Kitabı okurken bizim iletişim sektörünü düşünmeden kendimi alamadım. Bizim sektörü başarılı reklamcı kardeşim, sevgili Hulusi Derici’nin (MARKA Ajans) eski araba koleksiyonuna benzetiverdim. Hulusi’nin mükemmel arabaları var. Hepsi pırıl pırıl, bakımlı; tıkır tıkır da çalışıyorlar… Bu tür koleksiyon yapan meraklılardan birine sormuşlar: “Sizde yepyeni otomobiller de var, eskiler de. Aralarında ne fark var?” Şu yanıtı vermiş koleksiyoncu arkadaş: “Yeni arabalar beni götürüyorlar gideceğim yere; diğerlerini ben götürmek durumundayım gidecekleri yere…” İnşallah geç kalmadan fark eder herkes neyin ne- reden gelmekte olduğunu…
Gel de haber yapma…
Bana sorarsanız 10 numara bir PR işi. Ucu yurt dışına dayansa da Türkiye’de de gayet iyi yönetilmiş. Hani günümüzde “Content is the King” (İçerik Kral’dır) deniyor ya; o misal… İçerik oluş- turmak için bir kuruşluk bütçe ayırma- yan ama çıkardıkları “KXZMMM2000Y” ismini verdikleri yeni modelleri ve ürün-lerinin tamamının haberlerinin her yer-de yayınlanmasını isteyen müşterilerin ve de onlara bu bütçeler ayrılmadan medyanın özel ilişkilerle (örneğin reklam baskısıyla) ancak bir yere kadar ha- berlerini yapacağını anlatamayan ya da anlatmayıp “Her haberini medyada çıkarırız abi!” yaklaşımıyla müşteri kapmaya çalışan PR ajanslarının -pardon bunlar kendilerine “iletişim danışmanı şirketi” ya da İletişim Çözüm Ortağı’ diyorlar- kulaklarına küpe olması için, ne yazık ki çok ender olarak rastladığımız bu tür örneklerden burada söz etmekte yarar var. Bülten 24 Haziran tarihinde gönderilmiş. Söz etmek bugüne kısmet oldu. Başlığı şu: “Sakalınızı Nasıl Alırdınız?”
Bir araştırmadan söz ediliyor. Türkiye’yi kapsamasa yüzüne bakmayacağım. Ama kapsıyor. Araştırma Braun tarafından yaptırılmış. 6 bin 500 erkek denekle tüm Avrupa’da yürütülmüş. Amaç, sakal ve bıyık tercihlerini belirlemekmiş. Örneğin “İstanbul erkeklerinin yüzde 63’ü sakal ve bıyıktan vazgeçmezken favorileri tam sakal”mış…
“Balbo”, “dudak altı sakal” veya “çenede şerit sakal…” Bunlar sakal çeşitleriymiş. Taksim/Beyoğlu, İstanbul’da sakal ve bı- yık açısından en popüler bölgelermiş. Aralarında Jake Gyllenhaal ve Ryan Gosling’in de bulunduğu Hollywood aktörleri tarafından yakın zamanda popüler hale getirilen tam sakal, sakallı Türkler arasında da yüzde 45 ile açık ara en çok tercih edilen stilmiş.
Iron Man filminde Robert Downey Junior tarafından canlandırılan Tony Stark karakteri tarafından ünlendirilen “Balbo” tipi ise araştırmaya göre en yaygın ikinci stil. Listenin üçüncü sırasında Breaking Bad dizisinde Walter White tarafından bırakılan “bıyık ve keçi sakal” yer alıyor. Diğer stiller arasında, bir zamanlar popüler olan “keçi sakal” ve uyarlanmış hali “uzatılmış keçi sakala” diğer bölgelere kıyasla Levent/Şişli’de daha yaygın olarak rastlanıyormuş. Hugh Jackman’ın canlandırdığı Wolverine karakterinin popülaritesini artırdığı kötü şöhretli “Favori sakalının” tüm İstanbul’da yüzde 1’in altındaki yaygınlığıyla en az tercih edilen stil olduğu görülüyormuş. Levent/Şişli, İstanbul’da en çok temiz tıraşa rastlanan semt olurken, erkeklerin yüzde 61’inde buna rağmen sakal veya bıyık olduğu görülüyormuş. Taksim/Beyoğlu ise temiz tıraşın en az görüldüğü bölge olarak göze çarpıyormuş. Türk erkeklerinin sakallarını “mükemmel” hale getirmek için ortalama olarak 44 güne ihtiyaç duydukları ortaya çıkmış.
Sonuçlara göre sakalı olanların çoğu bundan vazgeçmeyi düşünmüyormuş. Araştırmaya göre tek olumsuz taraf sakalın ilişkilerde yol açabildiği tuhaf sorun. Erkeklerin yüzde 40’dan fazlasının eşi, yüz kıllarını istemezken, 10 eşten biri sakaldan nefret ettiğini belirtiyormuş; hatta “ya sakal gider ya da ben” tarzındaki ültimatomlar verenlerin sayıları da az değilmiş.
Sakal sahibi olan kişilerin yarıdan fazlası bu sayede karşı cinsten daha fazla ilgi gördüklerine inanıyormuş.
Araştırma aynı zamanda erkeklerin yüzde 56’sının sakal bırakmanın arkadaşlarından çok sayıda övgü almalarını sağladığını ve yüzde 9’unun da sakal sayesinde iş yerinde daha başarılı olduklarını iddia edecek kadar ileri gittiklerini ortaya koymuş.
Haber bu çerçeve üzerinden devam ediyor. Türkiye’de gündem ne olursa olsun böyle bir çalışma medyanın da ilgisini çeker, medyayı takip edenlerin de…