2015’te hangi markalar kazanacak?
Değil 2015 yılında ne olacağını, yarın ne olacağını bile kimsenin bilmesi mümkün değil. Hiçbirimiz, başımıza ne zaman ne geleceğini bilemeyiz.
Nobel ödüllü fizikçi Niels Bohr’un dediği gibi, “Tahmin etmek zordur; özellikle geleceği.”
2015 yılında ne olacağını bilemeyiz ama nasıl bir geleceğe doğru yol aldığımızı pekala bilebiliriz. Bir tohumun filizlendiğini görüp, onun zamanı gelince ağaç olacağını ve meyve vereceğini tahmin etmek gibi, bugün hayatımıza giren yeni olguların yarın bize nasıl bir gelecek yaşatacağını anlayabiliriz.
Tam olarak tarihini, hangi gün ne olacağını bilemesek de, hepimiz dünyanın nereye doğru gittiğini, tarihin nereye doğru aktığını kavrayabiliriz. Çünkü gelecek tıpkı bir ağaç fidanı gibi, somut bir şekilde gözümüzün önünde şekillenir.
Hayat telaşının içinde farkında olmayabiliriz ama son iki-üç yüzyıldan beri görülmemiş, muazzam bir değişimin tam ortasında yaşıyoruz. Drucker’ın dediği gibi, “Dünya, birkaç yüzyılda bir kendini yeniliyor. Toplumlar, yapılarını, değerlerini, politika yapma biçimlerini, sanat anlayışlarını, belli başlı kurumlarını yeniden yapılandırıyor. Elli yıl içinde yeni bir dünya kuruluyor ve bu yeni dünyaya doğanlar, dedelerinin yaşadığı dünyayı tahmin bile edemiyor.”
İşte bizim hayatlarımız Drucker’ın tarif ettiği, dünyanın kendini yenilediği bu elli yıllık değişim dönemine denk geldi. Dünya her zaman bu kadar hızlı değişmez, bizler bu olağanüstü değişime tanıklık eden kuşaklarız. Hiçbirimiz anne babasının yaşadığı hayatı yaşamıyor. Çalışma hayatımız, iş hayatımız, kullandığımız teknolojik cihazlar… Hiçbiri onlarınki gibi değil.
Kendi geleceğimizi tayin etmek için hepimizin bu değişimi anlaması ve kararlarını tarihin akışına uygun olarak vermesi gerekir. Ama değişimi anlamanın zor ve yanıltıcı tarafı, “yeni” olanın “eski”nin içinde filizlenip gelişmesidir. Değişim dönemlerinde eskiyle yeni bir süreliğine de olsa birlikte yaşadığından, insanlar neyin kalıcı neyin gidici olduğunu anlamakta zorlanır. Kalıcı olanı anlayıp kendilerini yeniye uydurabilenler kazanır. Darwin’in söylediği gibi, en güçlüler değil, en hızlı uyum sağlayanlar hayatta kalır.
Düşük kâr oranı artık “yeni normal”
20’inci yüzyılın sonunda bütün gelişmiş toplumlar, bolluk toplumlarına dönüştü. Sadece süpermarketlerin rafları değil, hazır giyimden elektroniğe, ayakkabıdan arabaya kadar istisnasız her ürün kategorisinde ürün çeşidi ve marka sayısı inanılmaz sayılara ulaştı. Doğaları gereği ayrıcalık satan lüks ürünlerde bile bolluk arttı. Bolluktan etkilenmeyen hiçbir sektör kalmadı.
Sadece ürünler değil, medya kanalları da bollaştı. Gazete, dergi, televizyon ve radyo kanalı sayısı normal bir insanın takip edeceği sayıları fersah fersah aştı. Her ilgi alanının, her hobinin, her demografik grubun, her dilin, her dinin kendine ait televizyonu, radyosu, dergisi oluştu.
Yaşadığımız bu bolluk, acımasız bir rekabet getirdi. Bu rekabetin sonunda bütün sektörlerde kâr oranları düştü. Düşük kâr oranları bütün sektörler için “yeni normal” oldu.
Bu gelişmeler açısından baktığımda, benim 2015 ve sonrası için tahminlerim şunlar:
➝ Rekabet artmaya, fiyatlar düşmeye devam edecek. Düşen kârlılığı telafi etmek için şirketler daha çok büyüme ihtiyacı duyacak.
➝ Fiyatları yönetmek daha da zorlaşacak. Rekabet, “çılgın” fiyatları beraberinde getirecek. Bir rakip uslanırken diğeri “azacak.”
➝ Markalar, reklam yaparken, onlarca televizyon kanalı, gazete, dergi, radyo arasında, “optimal” iletişim karmasını bulma zorluğu yaşayacak. Verdikleri karardan emin olamayacaklar.
➝ Elinde tablet ya da akıllı telefonla yaşayan insanlara, televizyonla ulaşmak bile arzu edilen verimi sağlamayacak. Dikkat fakiri tüketiciyi yakalayıp etkilemek her geçen gün daha da zorlaşacak.
➝ Mevcut ürünler, mevcut fiyatlar, mevcut dağıtım kanalları ve artık herkesin ezberlediği iletişim yöntemleriyle rekabet avantajı yakalamaya çalışmak, her geçen gün daha da zor bir uğraş olacak.
➝ Böyle bir gelecekte, tüketicisinin değişen ihtiyaçlarını anlayan ve bunlara göre inovasyon yapıp, tüketicisine değer yaratan markalar kazanacak.
➝ Web sitelerini, Facebook, Twitter, Instagram, LinkedIn, YouTube gibi sosyal medya hesaplarını “ana iletişim mecrası” olarak yöneten markalar kazanacak.
➝ İnsanların internete erişimi mobil cihazlar üzerinden olacak. Dolayısıyla markaların internet ve sosyal mecra iletişimini yönetmek esas olarak, mobil interneti yönetmekle eşdeğer olacak. Mobil erişimi en iyi yöneten markalar kazanacak.
➝ Online içerik, video ağırlıklı olacak. Markalar her gün onlarca video içerik üretecek. En iyi video üreten markalar kazanacak.
➝ İçeriğin bollaştığı, insanların seçeneklerinin inanılmaz arttığı ve ilgilerinin dağıldığı bu ortamda, özgün içeriği üreten markalar kazanacak.
➝ Bu içeriği, insanların ilgisini çeken öykülerle anlatmasını bilen markalar dikkatleri üzerlerine çekecek. Kendi hikayelerini en iyi anlatan markalar kazanacak.
➝ Eskiden markalar tüketicileriyle sadece mağazalarda buluşurdu. Şimdi insanlar markalarla birden fazla kanaldan iletişime geçiyor. Tüketiciler, hem mağazada, hem telefonda, hem internet sitesinde, hem Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal mecralarda markayla buluşup, markaya “dokunuyor”. Önümüzdeki dönemde, bütün bu kanalları, tüketicisini merkeze koyarak yönetebilen markalar rekabet avantajı elde edecek. Bu “değme noktalarını” bütünsel bir şekilde yönetebilen, müşterisini her noktada tanıyıp onun tercihlerini bilerek davranan markalar kazanacak.
➝ Bir markaya birçok kanaldan ulaşan tüketiciler, markaya değdikleri her noktada, kendi davranışlarını yansıtan izler bırakacak. Bu izleri bir veri olarak toplamak, tasnif etmek, analiz etmek; bunlardan içgörü çıkarmak önümüzdeki yılların en önemli işlerinden biri olacak. “Büyük veriyi” iyi yöneten kazanacak.
➝ Markayı sadece tüketici için değil bütün paydaşlar için bir anlam platformu olarak ele alan ve her paydaşla ilişkisini bu anlama uygun yöneten; marka felsefesini, çalışanların pusulası yapan şirketler kazanacak.
➝ Yaşadığımız çağın en kıt kaynağın “yaratıcı fikir” olduğunun bilincine varan ve bu fikirleri geliştirecek yetenekleri kendine çekebilen, bu yetenekleri bir arada tutabilen, onlara gelişme ve büyüme imkanı sağlayan şirketler kazanacak.
➝ Her geçen gün şirketler çevreye ve topluma daha duyarlı olmak zorunda kalacak. Bir iş yapma anlayışı olarak sürdürülebilirlik, seçmeli değil, mecburi olacak. Sürdürebilirliği yaptığı işin her alanına yerleştiren şirketler kazanacak.
➝ İster borsaya kayıtlı isterse aile şirketi olsun, yeni dönemde “hesap vermenin” iş yapmanın doğal bir sorumluluğu olduğunu kavrayan ve hesap verme konusunda gönüllü olan şirketler kazanacak.
➝ Şeffaflığın arttığı, herkesin her şeyin farkında olduğu; kimsenin hiçbir şeyi gizleme gücünün olmadığı bir dönemde gerçek olan, gerçek davranan, sahici olan markalar kazanacak.
Değişim demek ekonominin kendini yenilemesi demek. Yenilenme –adı üzerinde- eskinin yerini yeninin alması demek. Kimin eskide kalacağını, kimin kendisini yenileyeceğini sistem değil, bireylerin ve şirketlerin kendi tercihleri belirleyecek.
Zamanın ruhunu anlayan ve kendini değiştiren kazanacak. Eskide kalan kaybedecek.