İletişimciler sadece LCV mı yapar?
“Eğer iletişim işinden anladığın yolunda bir hüsnü kuruntun varsa, sadece onun gereği olarak bile, bir dizinin halka nasıl olup da bu kadar ‘geçebildiğini’ anlaman, onun için de ‘içindekinin içindekini’ okuman lazım, ‘bakman’ değil…”
15 Temmuz’un üzerinden bir yıl geçmiş. Ortadaki iletişim mücadelesi, o gün bu gün hızından hiç kaybetmeden sürüyor:
Bir tarafta, o günü ve sonrasını unutmaya, unutturmaya, küçümsemeye çalışan, Pennsylvania’nın demesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından, kendi sözüm ona otokratik iktidarını (!) sağlamlaştırmak için düzenlenmiş bir tiyatro olduğunu; muhalefet partisi liderinin deyişiyle de bir tür “kontrollü darbe”den söz edilebileceğini iddia edenler; Öte tarafta, 15 Temmuz’un millî iradenin darbe sevdalılarının karşısında dimdik duruşuyla tarihe geçecek bir demokrasi destanını ifade ettiği; Cumhuriyet tarihinde şehitleri ve gazileri ile yerini alacak bir “kurtuluş günü” olduğu tespitiyle o günün hiçbir an unutulmamasını isteyenler…
Bir tarafta, 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin tüm dünyadaki algısını düzeltmek ve bunun ekonomik çıktılarından mümkün olduğunca az etkilenmesi için başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde iletişim faaliyetlerine, kamu diplomasisi ve lobicilik çalışmalarına odaklanmak için çaba harcayanlar;
Öte tarafta bu çalışmaları aşağılamak ve hatta engellemek için ellerinden geleni artlarına koymayan ve Batılı medyayla tüm diğer müttefiklerine bu konuda gereken her türlü desteği vermek için olağanüstü çaba harcayanlar…
Ülkenin iletişim konusundan ahkâm ve racon kesmesi gerekenlerden, yani iletişim akademisyenlerinden pek ses çıkmıyor ne hikmetse. Onlar izlemede… Hangi taraf doğru, hangi tarafın girişimleri ülkenin âli menfaatlerinden yanadır… Birileri de kalkıp konuşsa… Tık yok…
Biz 1 Haziran günü “530 bin dolar ne ki? Hedefi büyütmek gerek!..” başlıklı yazımızda şöyle demişiz:
BBC Türkçe, haberi dün öyle bir manşetle vermiş ki duyan da Türkiye çok ayıplı bir iş yapmış sanır. Wall Street Journal’a (WSJ) (bu ikisi Türkiye’yi karalama konusunda birbirleriyle yarışırlar) gönderme yapılarak verilen haberin başlığı şu: “Flynn’in şirketi Türkiye adına Fethullah Gülen belgeseli hazırlıyordu”
Lobiciliği, siyasi iletişimi, kamu diplomasisini, psikolojik harp unsurlarını FETÖ uygularken iyi (ki hâlâ uyguluyorlar); Türkiye bu alanda bir nebze hareket etsin, tu kaka!..
Haber şöyle devam ediyor: “WSJ, Başkan Donald Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in danışmanlık şirketi Flynn Intel Group’un Türk hükümetiyle bağlantılı olduğu öne sürülen iş adamı Ekim Alptekin’in şirketi Inovo BV’den aldığı 530 bin dolarlık ödemenin bir kısmını kullanarak, Fethullah Gülen hakkında bir belgesel çekmek için ekip kurduğunu ve çekimler yaptığını bildirdi.”
“Sonra ne olmuş, dersiniz? WSJ ve BBC’ye göre, Flynn ne yapmış? Trump’ın ulusal güvenlik danışmanlığına atanınca şirketini kapatmış. Inovo ile yaptığı üç aylık kontrat da sona ermiş. Uzatılmamış. Bu nedenle de FETÖ’nün ve liderinin bir anlamda ipliğini pazara çıkaracak ve gerçek yüzünü gözler önüne serecek olan bu belgesel projesi yarım kalmış.
Sonuçta ortada etik olmayan bir durum yok. Aslında haber değeri de yok. Ama olmaz!.. Buna rağmen Türkiye’ye saldıracak fırsat görüp saldırıya devam ediliyor. Flynn ile ilgili ‘olumsuz’, ‘itibar sarsıcı’ bir hava esiyor ya… Verip veriştiriyorlar Flynn üzerinden bize de… Tabii ki Pennsylvania’ya göz kırparak…”
Biz bu görüşü dile getirirken Türkiye’de Ekim Alptekin’in girişimini aşağılama konusunda Batı basınına destek gecikmedi. ABD’de sadece CIA’in yıllık Kamu Diplomasisi (yani ABD’nin yabancı ülkelerde ABD tezlerinin benimsenmesi için giriştiği tüm gizli ve açık iletişim faaliyetleri) için ayırdığı bütçenin 20 milyar doları aştığı bilinir; bizimkiler 530 bin dolar harcamışlar. Bakın bizim medya 4 Haziran’da haberi nasıl vermiş: “Flynn’in Rusya’yla olan ilişkileri nedeniyle görevi bırakmasının ardından açığa çıkan bir diğer ilişkisi, Ekim Alptekin’in sahibi olduğu Hollanda merkezli Inovo BV ile yaptığı lobicilik anlaşmasıydı. Geçtiğimiz Kasım ayına kadar şirketle anlaşmasını sürdüren Flynn, karşılığında tam 530 bin dolar almıştı. Alptekin’in bu anlaşmayı Türkiye hükümeti adına yaptığı iddia edilmişti.”
Tonlama dikkatinizi çekmiştir.
Ekim Alptekin’in de dikkatini çekmiş. O da bir mektupla serzenişini dile getirmiş: “Ben ABD’de lobicilik veya PR faaliyetleri yapmaya da gayret ediyorum. Biz Amerika’yı Türk gibi okuyoruz. Koca bir Washington lobicilik üzerinden geçiniyor, tüm sistem bu yasal yapı üzerinden dönüyor. (…) Ağustos 2016’da 3 aylık bir anlaşma yaptım. Anlaşmayı şirketim adına yaptım ve tüm masraflarını ben karşıladım.
Bu olayın gizlisi saklısı da yok. Yasal yükümlülüğü olan taraf olarak Flynn Intel Group gitti bunu lobicilik yasası gereği kaydettirdi. Sanki gizli bir şey ortaya çıkarılmış gibi yapılıyor. …
Lobiciliğe ve PR’a onlarca milyon dolar harcayan FETÖ yapısı da boş durmuyor. Düşünün Erdoğan Washington’a indiği gün Washington Post gazetesinin başyazısı Fethullah Gülen imzasıyla çıkabiliyor ve FBI, FETÖ derneği iftar ziyaretine katılıyor. Ancak onların harcadığı milyonları sorgulanmazken, benim şahsen verdiğim yüzler sorun oluyor.”
Mektup bu minval üzere devam ediyor. Ekim Alptekin Bey ‘Karanlık işler muamelesi yapılmasını anlamıyorum’ demiş. Ben anlıyorum. Türkiye daha PR’ı benimsememiş ki… PR’ı medya ilişkisi sanıyor… ‘Bir şeyler yapın haberim çıksın’ düzeyindeyiz. PR ajansları da, bir ikisi hariç, gönderilen basın bültenlerinin ya da davetlerin (o çok eksantrik tabir ile) LCV’sini yapan call center’lere dönmüş gibi… Bu nedenle PR’ın üst düzeyde komplike işlerinden biri olan kamu diplomasisi ve lobiciliği anlamalarını, anlamadıkları için de hayli düşük bir zeka düzeyiyle karalamalarını anlıyorum…
Benim anlamadığım, bizim iletişim ulemaları ve iletişimin sektörel örgütleri. Biz 2005 yılında Algılama Yönetimi adlı kitabı yayınladığımızda Kamu Diplomasisi üzerine fazla bir akademik çalışma yoktu. Ancak sonra pek çok doktora ve master tezi yayınlandı… Nerede bu ustalar, kalkıp yerlerinden bizi aydınlatsınlar…
Türkiye Kamu Diplomasisi ve kendisini yurt dışında ifade etme konusunda nerede duruyor? Bu konulara sadece bizim derginin eğilmesi yeterli olmaz. Herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Başta da akademisyenler ve sivil toplum kuruluşları… Yoksa PR’ın medya ilişkileri dışında pek çok uzmanlık alanı yok sayılmaya devam edecek…
Reklam süper de ya sonrası?..
Aslında 10 numara 5 yıldız bir iş… Müthiş haber değeri var. Peki, neden sürdürülemedi. Ya da sürdürüldü de ben mi görmedim acaba? Reklama 4 Haziran günü bir gazetenin seyahat ekinde rastladım. Tam sayfa. Titanic batığının müthiş bir resmi var. Kocaman. Hemen dikkat çekiyor. Sağ üst köşeye kibarca yerleştirilmiş logoları: Sekai Tour… Altında ‘tagline’: “Bu senin dünyan”… Onun da yanında theluefish.com logo ve amblemi. Web sitesindeki marka vaadi ‘efsane’. Müsaadenizle orijinal haliyle verelim: Personal Concierge Services For VIPs & Executives Requiring Luxury & Adventure…
Hayali bile hoş…
Sağ alt köşede bir not: İlk dalış 2018… ‘2018 yılı için Türkiye’den 4 kişilik sınırlı katılım. Son kayıt 27 Eylül 2017…
Bir not daha: Titanic enkazını gören insan sayısı uzaya çıkan insan sayısından daha azdır… Aklımıza hemen uzaya ilk çıkan sivillerden olmak üzere başvurmuş olan Türkler geldi… İşte bulunmaz fırsat (!)…
Reklamın alt tarafında ise tur şirketinin dünyanın en ilginç yerlerine düzenlediği turların listesi var…
Bu kadar çarpıcı bir ürün bulmuşsunuz. Bu kadar etkileyici bir reklam hazırlatmışsınız; işin iletişim boyutu bu kadar abartılı bir tevazu ile yürütülür mü?… Nerede olayın PR ayağı? Nerede reklamın yaygın bir şekilde görüleceği bir medya satın alma stratejisi.
Böyle bir iletişim fırsatı insanın eline nadiren geçer. İletişimi tek ilanda bırakırsanız da inandırıcılığınızı yitirmeniz mukadder olabilir.