İYİ Parti, iletişimde iyi mi?
İlginçlik ve yaratıcılık iletişim için ana kriter olamaz. Tek bir kriter vardır bu işlerde: Mesajı ulaştırmak istediğiniz hedef kitlenin “ortak ruhi şekillenmesi”ne uygun bir biçim-içerik-öz-fenomen dörtlüsü inşa edebilmek. Yani hedefle uygulanan arasında uyum, tutarlılık yakalamak.
Seçimler geçse de, sedası kaldı geride… Meral Akşener’in başında olduğu, MHP tabanlı İYİ Parti’nin internet reklamı hayli şaşırtıcı! Bir o kadar da ilginç. Parti, MTV klibi estetiğiyle çekilen filmi “Daha Yeni Başlıyorum” adıyla YouTube kanalında yayınladı. Rock grubu Garbage’ın solisti Shirley Manson’ın gençliğini andıran, jestüelleri daha çok Amerikan starlarını çağrıştıran bir kadının oynadığı klip bilinen medyada “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yanıt” başlıklarıyla yer aldı.
Bir muhalefet partisi olarak, iktidara cevap verme, siyasi meydan okuma amacı doğaldır. İleti şimciler olarak bizi ilgilendiren başka konular var. Klibin estetiği, seçilen rock alt yapılı müzik ve “Gezi Parkı” göndermeleri açıkça aktivist gençleri hedeflediklerini gösteriyor. Fakat, bu gençler hangi gençler? Sorun tam orada. Doğası ve liderinin siyasi kimliği bakımından milliyetçilerden oy almak isteyecek bir partinin bu kliple onlara ulaşması mümkün görünmüyor.
Kendini sorgulayan polislere “Elini görünür bir yere koy, tüm oyunlarına hakimim” diyen, cezaevi duvarını yıkarak içeriden eylemci kaçıran, “Sen deliye çattın oğlum, anlatsın arkadaşların” diye hafifçe tehdit de içeren klibe, klibi hazırlayan ajansa ve onaylayan parti yetkililerine şaşmamak mümkün değil.
İlginçlik ve yaratıcılık iletişim için ana kriter olamaz. Tek bir kriter vardır bu işlerde: Mesajı ulaştırmak istediğiniz hedef kitlenin “ortak ruhi şekillenmesi”ne uygun bir biçim-içerik-öz-fenomen dörtlüsü inşa edebilmek. Yani hedefle uygulanan arasında uyum, tutarlılık yakalamak. Burada bu yaklaşımın esamesine rastlamak mümkün değil.
İYİ Parti’nin o internet reklamındaki gibi bir kitleyi, milliyetçi tabanda bulacağını iddia etmek, herhalde bu hoş fakat boş işi yapanlardan başkasına nasip olmamıştır.
Bunlar birbiriyle çatışan, birbirini dışlayan değerler. Reklam kampanyasından sorumlu olan tüm ekibi yanılmaya iten unsursa olaya akıllarından çok duygularıyla yaklaşmaları… Bu ve benzeri diğer iki klibi izlerken kendime ve çevremdekilere şunu sordum: “Bir iki yerine İYİ Parti güneşini koyarak, İYİ Parti ile zorlama ilişki tesis edilmeye çalışılmış olan bu siyasi iletişim çalışması hangi partiye yakışırdı? Herkesin ortak kanaati şuydu: Tabii ki HDP’ye yakışırdı… İşte zurnanın zırt dediği yer.
Seçimler geçti, tamam. Öküzler öldü, ortaklıklar bitti. O da tamam… Ancak hiç değilse arta kalan dersleri ihmâl etmesek.
Jacıda Ardern’den iletişim ve insanlık dersi
Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde bir teröristin iki camiyi hedef alarak 50 kişiyi öldürmesi üzerine yapılan açıklamalar, Batı’nın yıllardır sürdürdüğü ikiyüzlülüğünün bir kez daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Bu saldırı hem bir terör eylemi hem de belirli bir grubu hedef aldığı için nefret suçuydu. Oysa, Batılı ülkelerin medya organları ve siyasileri Müslümanlara yönelik saldırılarda faili “saldırgan”, “manyak” gibi kelimelerle tanımlamakta, tersi durumlardaysa “İslamî terörist” demekte hiç tereddüt etmezlerdi. Katliamın ardından ilk sözler söylenmeye başladığı anda, bu çifte standart da Pandora’nın kutusundan bir kez daha başını gösterdi. İşte tam bu sırada olayın yaşandığı Yeni Zelanda’nın Başbakanı Jacinda Ardern ortaya çıktı ve bir ezberi bozdu… Tüm Hristiyan Batı âlemine böyle bir acı karşısında yapılması gerekenin ne olduğunu gösterdi.
Saldırı, Yeni Zelanda açısından başta güvenlik olmak üzere pek çok alanda kriz yaratmak üzereydi. Kullanılacak dilin ne olacağına göre kriz büyüyebilirdi. Hükümet yaptığı açıklamalarda terörist Hristiyan olduğu için onu kollar, olayı akıl sağlığına, şahsî infiale bağlar, bu nedenle de dünyanın bir başka yarısında itibar kaybına da uğrayabilirdi. Bu başta Yeni Zelanda olmak üzere, Batılı ülkelerdeki Müslümanlar için “güvensizlik” ortamında yaşadıkları düşüncesini körükleyebilirdi. Üstelik teröristin siyasi otoriteler tarafından korunduğu intibasını yaratır, bu ülkelerin yönetimlerinin de “Müslüman düşmanı” olduğunu düşünmelerine neden olabilirdi.
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern terör saldırısında hayatını kaybedenlerin ailelerine taziye ziyaretinde bulundu.
Fakat, Yeni Zelanda Başbakanı Ardern bu oyunu bozdu. Katliamdan birkaç saat sonra kameraların önüne geçen Başbakan tüm dünyanın kendini izlediğini biliyordu ve Parlamento’da terör saldırısına dair yaptığı konuşmayı “Es Selamün Aleyküm” diyerek bitirdi. Ardından, Christchurch şehrindeki Müslümanlar ve dinî liderlere yaptığı ziyarette başörtüsü takarak saygısını gösterdi. Başbakan, Müslümanlığa dair bu önemli sembolleri sahiplenerek önce üzüntüsünün sonra da çabasının samimiliği konusunda güçlü mesajlar vermeyi başardı. Dünyadaki Müslüman ülkelerin liderleri Ardern’in bu jestlerine kayıtsız kalmadı ve memnuniyetlerini dile getiren açıklamalarda bulundular.
Ardern’in attığı ilk adım, “Kriz iletişimi yönetimi” bakımından çok değerli olsa da bu konudaki samimiyet ve ciddiyetini insanların gözünde sağlamlaştırmak için yetkisi dâhilinde somut adımlar atması gerekiyordu. Attı da. Mülteci kotasını yükselteceklerini ve onları koruyacak bir sistem inşa edeceklerini açıkladı. Dünyayı da şiddet konusunda adım atmaya çağırarak sadece ülkesinde değil, dünyada da “lider” olma sorumluluğunu üstlendi. Saldırıdan sadece altı gün sonra silah yasasını değiştirerek yarı otomatik askeri tarz ve saldırı silahlarını yasakladı. Ve böylece dünyaya sadece kriz iletişimi yönetimi ve liderlik değil, insanlık dersi de verdi.