Hüseyin Tapınç yazdı: “Bir toplumsal mutabakatın sonu!”
Yaz bitti, bitiyor ve önümüz sonbahar. Bugüne değin yaşadıklarımızdan farklı bir sonbahar ve sonrasında da sert bir kış bizleri bekliyor. Hazır mıyız?
Türkiye geçtiğimiz sonbahar ve kış aylarını son derece zorlu koşullarda geçirdi. Öncelikle devam eden ekonomik kriz ve bu krize eklemlenen askeri operasyonlar, depremler, mültecilerin Batı’daki sınır kapılarına yığılmaları gibi derin toplumsal travmalar sonrasında, Türkiye de tüm dünyayla birlikte son derece ölümcül bir pandemi ile karşı karşıya kaldı. Ekonomik kriz ve COVID-19’un her birisi tek tek ve bir araya gelen bileşik güçleri hayatımızda derin izler bıraktı.
Pandemi döneminde toplum, bireyler, şirketler, devletler, kurumlar, aklımıza gelebilecek her varlık değişti ve dönüştü. Bu değişim ve dönüşüm devam ediyor. Üstelik daha yolun başındayız gibi; bu değişimi, dönüşümü önce anlamaya, sonra da adapte olmanın yollarını keşfetmeye çalışıyoruz. Bugüne değin gelişigüzel kullandığımız özel alan, kamusal alan, özgürlükler, haklar, meşru müdahale, kamu yararı dahil bir çok kavram yeniden tanımlanıyor. Bugünü anlamaya hararetle iştah duyuyoruz, yarını öngörmeye can atıyoruz.
Toplum
Türkiye’de toplum son altı ayını birbirine benzemeyen, değişken ruh halleri sergileyerek geçirdi; bir ayımız bir diğer ayımıza hiç benzemedi. Toplum farklı ruh halleri içinde salınıp gitti.
Türkiye ağır bir ekonomik kriz içindeyken korona salgını ile ilk kez Mart ayında karşı karşıya geldi. 11 Mart günü toplumsal hafızamıza kazındı. Uzaklarda olan, gittikçe sınırlarımıza yaklaşan virüs ilk kez bizi de vurmuştu; en azından resmi olarak ilk kez. Günlük hayatımızın sözcük dağarcığı en çok enflasyon, pahalılık, işsizlik, kriz, yoksulluk gibi kelimeleri tüketirken, bir anda bunların yerini korona, virüs, COVID 19, bulaş, vaka gibi kelimeler aldı. Günlük dilimiz değişti.
Türkiye ilk vakanın duyulduğu Mart ayını toplumsal şok içinde geçirdi ve mevcut durumu neredeyse inkar etti. Hayatımızı çok fazla değiştirmedik. Mart sonunda ülkedeki vaka sayısı 13.531 ve ölüm sayısı 214 idi. Nisan ayımız ise anlama ve uyum sağlama çabaları ile geçti ve en önemli duygularımız karamsarlık, endişe ve hatta bazılarımız için çaresizlik oldu. Nisan ayı ortasında ülkedeki vaka sayısı 69.392 ve ölüm sayısı 1.518 idi ve her gün ortalama 4.200 yeni vaka ile karşılaşıyorduk. Mayıs ayına geldiğimizde durumu kabul etme aşamasına geçtik ve ağır karamsar ruh halimizin içinden yavaş yavaş kendimizi iyi hissetme ihtiyacımız ortaya çıkmaya başladı. Mayıs ayı ortasında ülkedeki vaka sayısı 146.457 ve ölüm sayısı 4.055 idi ve günde ortalama 1.700 yeni vaka ile karşılaşıyorduk.
Haziran ayına kanıksama davranışlarımız damga vurmaya başladı, üstelik hızla normalleşme adımları atılıyordu, ama biz hala karamsar ve endişeliydik. Hepimiz Nisan ayından bu yana pahalılık, işsizlik, borcumuzu ödeyememe endişesi altında eziliyorduk. Haziran ayı ortasında ülkedeki vaka sayısı 179.831 ve ölüm sayısı 4.825 idi ve günde ortalama 1.500-1.600 yeni vaka ile karşılaşıyorduk. Temmuz ayında bu ruh hali devam etti ve üstelik sahte bir iyimserlik ruh dünyamızı ele geçirmişti. Kendimizi iyi hissediyorduk. Bu böyle devam edip gidemezdi, kendimizi çok daha iyi hissetmek, evde kapalı kaldığımız o ayların öcünü almak zorundaydık. Daha çok dışarı çıktık, daha çok tükettik. Geleceğimize daha iyi bakıyorduk. Temmuz ayı ortasında ülkedeki vaka sayısı 215.940 ve ölüm sayısı 5.419 idi ve günde ortalama 1.000 altında yeni vaka ile karşılaşıyorduk. Ancak, toplumdaki bu iyimser ruh hali çok da uzun sürmedi.
Türkiye tam iki yıl sonra yine bir Ağustos ayında dövizdeki aşırı hareketlenmelerle ve sonuçta ağır bir devalüasyonla ve bunu izleyen ekonomik çalkantılarla karşı karşıya kaldı. Ekonomik sorunlar dışında Türkiye bir de uluslararası arenada öncelikle AB üyesi bazı ülkelerle karşı karşıya gelmeye başladı; Akdeniz ve Ege hareketlendi. Bu arada COVID 19 vakaları da yeniden tırmanışa geçti. 28 Ağustos günü ülkedeki vaka sayısı 265.515 ve ölüm sayısı 6.245 idi ve günlük vaka sayısı yeniden 1.400-1.500 olmuştu. Toplum yine derin karamsarlık içine gömüldü, toplumsal algılarımız bir kez daha alt üst olmuştu.
Bu kadar değişken bir ruh halini taşımak kolay değilken, sürekli daha da karamsar bir ruh haline düşen toplum sonbahar eşiğinde geleceğe nasıl bakıyor?
Öncelikle, toplumun önemli bir bölümü COVID 19’un önümüzdeki dönem içinde şiddetlenerek devam edeceğine ve en az bir yıla yakın bir süre daha bizimle birlikte olacağına inanıyor ve hayatını bu çerçevede şekillendiriyor.
Salgın meselesi çerçevesinde Hükümet’in pozisyonunu ve alınan önlemleri siyaset üstü bir şekilde değerlendiren toplumun bu değerlendirmesi artık geçerli değil; toplumla Hükümet arasında kurulan bu mutabakat çatlamış durumda bulunuyor.
Bunun yanı sıra, toplum pandemi döneminde sınırlı sayıda şirket ve markayı yanında görmüştü. Bu dönemde şirketlerin toplumla ilişkisi son derece sınırlı kalmıştı. Bu ilişki bugün daha da zayıflamış durumda ve toplum herhangi bir marka ya da şirketi yanında görmüyor.
Dolayısıyla, salgındaki birinci dalganın ikinci tepe noktasına yaklaştığımız aylarda toplum yalnız. Hükümet ile arasındaki mutabakat zedelendi, şirketlerle arasında bir ilişki yok.
Üstüne üstlük toplum bugün ekonomik anlamda daha da kırılgan bir pozisyonda bulunuyor. Birinci dalganın ilk tepe noktalarında karşılaştığımız endişe ve çaresizlik duygularını önümüzdeki dönem daha da yoğun bir şekilde hissetmemiz kaçınılmaz görünüyor. Toplum önümüzdeki on iki ay için hem kendi adına hem de ülke adına karamsar bir algıya sahip. Karamsarlığı besleyenler de işsizlik gerçeği ve devam eden fiyat artışları. Üstelik tünelin ucunda şimdilik ışık yok.
İş Dünyası
Toplum COVID 19’a ne denli hazırlıksız yakalandıysa, iş dünyası da bu salgını bir o kadar hazırlıklı karşıladı; en azından ilk alınması gereken hijyen önlemleri hızla alındı, çalışma koşulları gözden geçirildi.
İş dünyası, özellikle büyük ölçekli şirketler ilk vakaların görülmeye başladığı günlerde önümüzdeki günlerin zorlu olacağını, Türkiye’yi ekonomik anlamda ciddi sarsıntıların beklediğini biliyordu. Bu salgını bizden önce deneyimleyen ülkelerde de bulunan şirketler bu anlamda öncü bilgileri çoktan edinmişlerdi. Bu çerçevede planlar programlar hazırlanmıştı.
2020 yılına temkinli iyimserlikle giren Türkiye’deki büyük şirketler pandemi ile birlikte ülke ekonomisinin ve kendi faaliyet gösterdikleri sektörün ciddi oranda küçüleceğine dair bir öngörüye sahiptiler; işsizliğin artmasını ve doların yıllık ortalama değerinin 7 TL üzerinde olmasını bekliyorlardı.
BETAM tarafından yeni yayınlanan bir ekonomik değerlendirme raporu kesinleşen Nisan, Mayıs ve Haziran ayı GSYH öncü göstergeleri ile yaptığı hesaplamalara göre 2020 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine kıyasla GSYH’nin yüzde 7 oranında daralmasını öngörüyor. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış ̧verilerle yapılan hesaplamalarla ise 2020 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki çeyreğe kıyasla GSYH’nin yüzde 5 küçülmesini bekliyor.
Zorlu bir ikinci çeyrek ve yaz dönemi atlatan iş dünyası bu dönemde Hükümet tarafından alınan önlemleri başarılı bulmadı, çözüm odaklı olarak değerlendirmedi. Gündeme getirilen önlemlere yönelik olarak seçici bir tutum sergiledi, meselelere kalıcı çözüm getiren önlemler desteklenirken, konudan uzak kalan, çözümlere iliştirilmiş görüntüsü veren bazı önlemler genel başarı algısını zedeledi.
Büyük şirketleri bir yana koyacak olursak, pandeminin asıl etkileri küçük ve orta boy işletmelerde görüldü. Birinci dalganın en önemli sonucu çok ciddi bir oranda küçük ve orta boy işletmenin faaliyetlerini durdurması ya da faaliyetlerine ara vermesi oldu. Sia Insight’ın yakın döndemde KOBİ’lerle gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre pandemi döneminde küçük ve orta boy işletmelerin yüzde 28’i işlerini askıya aldı.
Gerek büyük şirketlerin gerekse KOBİ’lerin aldıkları ekonomik önlemlerin başında çalışanlar ile ilgili konular geliyor. Çalışma biçimlerinin değişmesinin yanı sıra, çalışanlar arasında ciddi gelir kayıpları da gündeme geldi. Yine Sia Insight’ın yaptığı bir araştırmaya göre, 18 yaş ve üzeri üç büyük il nüfusu içinde gelirini tamamen kaybedenlerin ya da gelirinde azalma olanların oranı yüzde 26; çalışanlar arasında bu oran 43 (Haziran 2020).
Yine KOBİ dünyasına dönecek olursak, Türkiye’deki KOBİ’ler bu pandemi döneminin en az 8 ay daha sürmesini bekliyor, dolayısıyla iş dünyasının bu kesimi de önümüzdeki dönemin zorlu geçeceğinin bilincinde. Buna karşın, KOBİ’lerin yalnızca yüzde 47’si önümüzdeki bu zorlu döneme ilişkin önlemler almış görünüyor. KOBİ’lerin çoğunda herhangi bir hazırlık yapılmamış durumda.
KOBİ’lerin hem devletten hem de farklı iş kollarından beklentileri büyük. Çünkü onlar ekonomik dalgalanmalardan büyük şirketlere nazaran daha çok etkileniyorlar.
İş dünyasını bugün bekleyen zorluklar sadece ekonomik koşullar ve yaşanan kriz değil. İş dünyası hem iç hem de dış iş paydaşları ile ilişkisinde yaşanabilecek olan sorunlara, değişimlere ve dönüşümlere hazır olmak, bu alanda stratejiler geliştirmek zorunda.
Şirket içindeki iş yapma ve çalışma biçimlerini yeniden tanımlama, pandemi karşısında şirket kültürünü güncelleme ve tüm çalışanların bu güncellemeleri nüfuz etmesini sağlama, pandemi koşullarından dolayı değişen tüketici ihtiyaç ve beklentilerini anlama ve karşılama başta olmak üzere tüm şirketlerin önünde bir sorunlar yumağı bulunuyor. Üstelik bu sefer kimsenin sarılabileceği ve uygulamaya koyabileceği hazır reçeteler yok. Hep birlikte deneme yanılma yoluyla önümüzü görmeye çalışıyoruz. Bu anlamda teknoloji şirketleri şimdilik başı çekiyor, yolu onlar açıyor.
Evet; yaz bitti, bitiyor ve önümüz sonbahar. Bugüne değin yaşadıklarımızdan farklı bir sonbahar ve sonrasında da sert bir kış bizleri bekliyor.
Hazır mıyız?