Yalan habere, neden doğrusundan daha çok inanıyoruz?
“Yalan haber” terimi, ABD Başkanı Trump’ın dilinden düşmeyen bir slogan haline geldi. Cinsel saldırılarla itham edilmesinden Rus araştırmacıların ortaya çıkardığı günde 8 saat televizyon izlediğini belirten raporlara kadar, seçimlerden beri attığı twitlerin 180’inde bu söyleme yer veren Trump’ın güvenilirliği, attığı her bir twitle azaldı demek mümkün. Ancak “yalan haber” terimini Trump’ın sevmediği hikayeleri asılsız kılmak için kullandığı bir araç olarak görmek, konseptin zararlı doğasını gözden kaçırmak olur.
İnternet medya şirketi Buzzfeed’in bir araştırması, 2016’daki ABD başkanlık seçimlerinin son üç ayında Facebook’ta yayınlanan yalan haberlerden 20’sinin, seçimler hakkında yazılan doğru 20 haberin aldığı etkileşimden (paylaşım, reaksiyon ve yorum) 1.3 milyon daha fazla olduğunu ortaya koydu. Yalan hikayeler arasında en popüleriyse “Papa Francis Dünyayı Şaşırttı, Seçimde Trump’ı Desteklediğini Söyledi” adlı makale oldu.
Yalan haberler, gerçek olmadıkları ortaya çıktığında dahi insanların inançlarını değiştirdiğiyle kalabilir. Örneğin, Papa’nın hikayesi durmaksızın tekrar edilirse, haberin yalan olduğu da bir o kadar tekrar edilse dahi Katolikliğin en önemli figürlerinden birinin Trump’ı desteklediği fikri seçmenlerin kararlarını etkileyecektir. ABD istihbaratının yayınladığı bir araştırma, bazı insanların yalan bir haberi reddetmekte zorlanabileceğini ortaya koydu.
“Zihinsel dağınıklık”
Bilişsel yetinin ölçümlendiği ve kurgusal bir bireyin karakter özelliklerine göre puanlandığı bir deneyle, katılımcılara karşılarındaki insanın kötü (ama yalan) özellikleri aktarıldı. Belli bir fikir edindikten sonra bu söylenenlerin yalan olduğu belirtilse de bilişsel puanı düşük ölçümlenen katılımcılar bu yeni ve doğru bilgiyi kabullenmekte zorlandı. Araştırmanın önemi, toplumun sahte ve yalan haberlere karşı ne kadar savunmasız olabileceğini gözler önüne sermesinde yatıyor.
Ghent Üniversitesi araştırmacılarından Jonas De Keersmaecker ve Arne Roets, önce 400 katılımcıyı kişilik testlerine tabi tuttu. Sonrasında her bir katılımcı iki gruba ayrıldı; deney grubunda katılımcılar, Nathalie adında genç bir kadının yerel bir hastanede hemşire olarak çalıştığını, “hastaneden ilaç çaldığı için tutuklandığını, 2 senedir ilaç çaldığını ve bu ilaçları sokaklarda satarak ünlü tasarımcıların kıyafetlerini satın aldığını” okudu. Nathalie ile tanışmalarının ardından katılımcılar, önce genç kadını güvenilirlik ve samimiyet gibi karakteristikler üzerinden değerlendirdi, ardından da bilişsel yeti testine girdiler. En sonunda da bilgisayarlarının ekranlarında Nathalie hakkında belirtilen hırsızlık yapması ve tutuklanması ithamlarının yalan olduğunu söyleyen bir mesajla karşılaştılar ve genç hemşireyi aynı karakteristikleri dikkate alarak tekrar puanladılar. Kontrol grubunda olanlara da Nathalie hakkındaki doğru bilgilere yer verilen bir paragrafın katılımcılara sunulup puanlamalarının istenmesi oldu.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde deney grubu ilk oylamasında Nathalie’yi diğer gruptan çok daha düşük bir puanla uğurladı. Ancak şaşırtıcı olan; bilişsel yetinin kişinin davranışlarını aldığı yeni bilgiler doğrultusunda düzenlemesini sağladığı olgusunun bu yetinin kişiden kişiye değiştiği ve bilişsel yetisi düşük olanların ilk kararlarını değiştirmekte zorluk çektiği yönünde olmasıydı. Daha da ilginciyse, deney dahilinde ölçülen iki özellik; açık fikirlilik (hatalı olduğunu anlayınca fikir değiştirme) ve otoriter muhafazakarlık (başkalarına karşı toleranslı olmama hali), kişide ne derecede olursa olsun bilişsel yeti eksikliğinin bu sonucu değiştirmediğiydi. Yani bir insan açık fikirli ve genel olarak toleranslı da olsa, fikirlerini bilişsel yetisinin onu götürdüğü kadar değiştirebiliyordu.
Bu bulgunun bir açıklaması, bilişsel yetinin bir kişinin bilgiyi nasıl işlediğine ve algıladığına dair bir teoriye dayanıyor. İlk olarak bilişsel psikologlar Lynn Hasher ve Rose Zacks tarafından sunulan bu teori, bazı insanların diğerlerine göre daha “dağınık zihinli” olduğunu öne sürüyor; yani bazılarımız edindiğimiz, ancak artık bir işlevi ya da geçerliliği olmayan bilgileri kafamızdan atmakta daha çok zorlanıyoruz. Bu Nathalie’nin durumunda karşımıza, onunla ilgili doğru olmadığını öğrenilen bilgilerden kolay vazgeçilememesi olarak ortaya çıkıyor.
Aşinalık büyüktür gerçeklik!
Bilişsel olgunlaşma üzerine yapılan araştırmalar, zihinsel düzenliliğin yetişkinlik sonrasında daha da zorlaştığını, yani yaşlı bireylerin yalan haberlerden daha kolay etkilenebileceğini ortaya koyuyor. Bilişsel yeti eksikliğinin yalan haberlerden daha çok etkilenmeye yol açmasının bir başka nedeni de kavramın eğitimle direkt olarak bağlantılı olmasından geliyor. Eğitimle birlikte insanlar meta-bilişsel yetiler (kişinin kendi düşünce sistemini denetlemesi) geliştiriyor ve bu şekilde yalan/sahte haberlerden kendini koruyabiliyor.
Yalan haberlerin yol açtığı etkiler üzerine yapılan araştırmalar, durmaksızın tekrar edilen her şeyin, bu yalan bir haber de olsa, inanılabilirliğinin arttığının altını çiziyor. Doğruluk ilüzyonu olarak da bilinen bu konsept ilk olarak Hasher ve ekibi tarafından laboratuvar ortamında elle tutulur bir şekilde sergilenmişti. Üç gün süren deneyin katılımcıları her gün doğru olabilecek birçok ifade dinleyip bunları ne kadar doğru olduklarını düşündüklerine göre puanladı. Deney dahilinde söylenen cümlelerin yarısı gerçekten doğruyken (Avustralya’nın alanı neredeyse Kuzey Amerika kadardır) diğer yarısı yalandı (Zachary Taylor başkan olduğu sürede vefat eden ilk ABD Başkanıdır). Bazı cümleler 3 gün boyunca tekrar edilirken bazıları sadece bir kere dile getirildi. Sonuçlar, doğruluk sıralamasında ilk sıraları alan cümlelerin en çok tekrar edilenler olduğunu ortaya koydu. Bu da katılımcıların aşinalık ve gerçeklik kavramlarını karıştırdığını kanıtladı.
Yeni araştırmalar bir şeyin doğru olduğunu bilmenin, doğruluk illüzyonunun karşısında bir kalkan yaratmadığını ortaya koyuyor. 2015 yılında Journal of Experimental Psychology: General’da yayınlanan bir çalışmada Lisa Fazio ve ekibi, katılımcılara sundukları cümleleri, onları ne kadar ilginç bulduklarına göre sıralamalarını istedi. Hasher’ın çalışmasına benzer olarak bu cümlelerin de bir kısmı doğru, bir kısmıysa yanlıştı. Deneyin ikinci aşamasında katılımcılar ikinci bir cümle setini ne kadar doğru olduklarına dair (kesinlikle yanlıştan kesinlikle doğruya uzanan) 6 puan üzerinden oyladı.
İkinci set dahilinde bazı cümleler ilk setten alınırken bir kısmıysa yeniydi. Katılımcılar en sonunda cümleler hakkında edindikleri bilgileri sınayan bir soru setiyle karşı karşıya geldi. Sonuçlar sık tekrarın, katılımcıların yanlış cümleler hakkındaki doğruluk algılarını, bu cümlelerin yanlış olduğundan emin olsalar dahi etkilediğini ortaya koydu. Örneğin katılımcılar, “Dünyanın en büyük okyanusu hangisidir?” sorusunun yanıtının Pasifik Okyanusu olduğunu bilmelerine rağmen 3 gün boyunca “Atlas Okyanusu dünyanın en büyük okyanusudur” cümlesine maruz kaldıkları için soruya Atlas Okyanusu yanıtını verdi. Araştırmada serilenen en çarpıcı davranış, tekrar edilen bir söylemin kişilerin kendi bilgi dağarcıklarını yoklamadan yanlış yanıt vermelerine neden olması oldu.
Yalan habere çareler
Bu çalışmalar yalan haber sorununun ciddiyetine bilimsel bir ışık tutuyor ve sorunu çözmek için bir güçlü gerekçe daha yaratıyor. Çalışmalar sonucunda ortaya çıkan bir çözüm, önünüze gelen bir söylemin doğruluğunu kendi bilgilerinize bakarak kontrol etmeniz oldu. Bir söylemin doğru olduğuna inanıyorsanız, kendinize neden buna inandığınızı sorun; neden, söylemin doğruluğunu kanıtlayan olguların bilincinde olmanız mı, yoksa bu söylemle saat başı karşı karşıya gelmeniz mi? Aynı zamanda kendinize bu söyleme karşı çıkan bilgilere sahip olup olmadığınızı da sorun. Bu tür çözüm önerileri, insanların daha çok geri dönüşüm yapmasına neden olduğu kanıtlanan kamu spotlarında yer alabilir. Bu tür kampanyalarla ulaşılması zor olan insanların kim olduğunu belirlemenin yollarıysa De Keersmaecker ve Roets’unki gibi çalışmalarla ortaya çıkarılabilir.
Konuya daha genel bir mercekle yaklaşacak olursak; bu araştırmalar, sahte/yalan haberlerin demokratik toplumlarda yol açabileceği tehditlere ışık tutuyor. Yalan haberleri propaganda araçları olarak kullanmanın özünde insanları başka koşullarda davranmayacakları veya düşünmeyecekleri şekillerde harekete geçirmek yatıyor. Bu hain hedefe ulaşıldığındaysa vatandaşlar kendi iyilikleri için aksiyon alma yetilerini kaybediyor. Demokrasinin mantığında da belirtildiği gibi; bu sorun sadece bireyler için değil, toplumun iyiliği için çözülmeli.
Kaynak: Scientific American