Son dönemde, bir yerlerde “Türk dizileri” konuşuluyorsa konu muhakkak dönüp dolaşıp Masumlar Apartmanı’na geliyor. Marketing Türkiye için gerçekleştirilen “2020’nin En Beğenilen Dizileri” araştırmasında da zirveyi kimseye bırakmayan dizinin bu başarısında sevilen oyuncu Ezgi Mola’nın katkısı büyük. Kendisiyle yaptığımız sohbette her fırsatta bu başarının bir ekip işi olduğunun altını çizen Ezgi Mola’yla; Masumlar Apartmanı’ndaki başarısından marka işbirliklerine dek pek çok konuyu konuştuk. Kendini “meraklı ve çalışkan” olarak tanımlayan Mola’nın bir de bomba haberi var. İş kadını olma düşüncesinin heyecan verdiğini söyleyen Mola, kendi markasını yaratmak için de hummalı bir çalışma içinde. Ancak Mola şimdilik kuracağı markayla ilgili ser verip sır vermiyor. İşte Ezgi Mola ile gerçekleştirdiğimiz o keyifli söyleşi…
Elbette Masumlar Apartmanı ile başlıyoruz. Bizim de yaptığımız birkaç farklı araştırmada Masumlar Apartmanı yılın en sevilen ve beğenilen dizisi olarak öne çıktı. Sizce neden bu kadar sevildi?
Senaryoyu okurken böyle bir sonuç bekliyor muydunuz? Senaryonun ilk iki bölümünü okuduğumda nefessiz kaldığımı hatırlıyorum, “Ne oluyor burada, bu nasıl bir karakter, bu nasıl bir dizi!” demiştim. Ardından aynı heyecanla hemen kitabı okudum. Çok duygulandım ve beni çok etkiledi. Burada tabii ki karakterin “yaşamış” bir kadın olması, bir uzmanın gözlemleriyle o karakterin yaşadıklarının anlatılması, bir de üstüne senaristlerimizin harika bir iş çıkarmış olmasının bu denli etkilenmemde büyük payı olduğunu düşünüyorum. Ben onların sayesinde bu hikâyeyi iliklerine kadar hissetmiş bir okuyucu ve oyuncu oldum. Ortaya çıkan sonuçta bunun çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Bir de Safiye var… Böylesine zor bir karakteri herkes çok sevdi ve sahiplendi. Hatta 2020’nin en sevilen dizi karakteri oldu. Sizce buradaki başarının ve sevginin altında ne var?
Yıllardır savunduğum ve inandığım bir şey var, yine onu söyleyeceğim: bence benim karakteri sevmemle alakalı. Ben ona bayılıyorum! Önce hikâyenin ve senaryonun tamamına ikna olmuş biri olarak Safiye’nin de her şeyine ikna olmuş durumdayım. Tüm o fevri tepkilerine neden olan sebepler bende de var artık… Senaryonun ilk iki bölümünü okuduğumda da, Gülseren Hanım’ın kitabını bitirdiğimde ben Safiye’yi “anlıyordum” ve seviyordum. Bence seyirci de tıpkı benim Safiye’yi sevdiğim gibi, onu benim hislerimde görerek, zaman zaman kızarak ama temelinde bir merhamet duygusuyla seviyor.
Safiye çok fazla inişleri ve çıkışları olan bir karakter. Peki, sizi korkutmadı mı böyle bir karaktere can vermek? “Bu işin altından kalkabilir miyim” diye düşündünüz mü hiç?
Aslında ben her işte bunu hissediyorum ama yine de bana her teklif edilen işte bir çocuk gibi heyecanla, inanılmaz bir coşkuyla o işe dâhil oluyorum. Korktuğum anlar, o tedirginlik bırakın projenin tamamını, her bölümde var! Bunun sebebi de şu aslında; öyle bir sahne yazılıyor ki, yönetmenimden ışık şefime, sanat yönetmenimden çayımızı yapan arkadaşıma kadar biz hepimiz heyecanlanıyoruz. Çünkü bu öyle bir kolektif iş oldu en başından beri. Bu nedenle bu tedirginlik ve heyecanın hiç geçmeyeceğine inanıyorum. Evet, Safiye takıntılı bir karakter ancak hepimizin takıntılı olduğu konular var…
Sizin Safiye ile ortak taraflarınız, Safiyeleştiğiniz zamanlar oluyor mu?
Obsesif kompülsif bozukluk seviyesinde olmamakla birlikte temizlik ve titizlik konusunda ben de takıntılıyım. Mutfakta tezgâhımın üstü hep temiz olsun, lavabom hep temiz olsun gibi bir durumum var. Bir de üç köpeğim olduğunu düşününce süpürgem salonumun baş köşesinde duruyor… 2005-2010 arasında daha da yoğundu bu takıntılarım. Şimdi çok daha azalmış olsa da halen biraz sürüyor diyebilirim.
Böyle güçlü karakterleri canlandırmanın, bir süre sonra oyuncunun üzerine yapışması riski de var. Böyle bir endişe taşıyor musunuz?
Aslında hayır taşımıyorum. Şimdiye kadar hep inandığım işleri yaptım. Ben inanırsam insanların da o işe inanacağını biliyorum. Aslında her hafta televizyonda yayınlanan senaryosu bu kadar güçlü bir işe denk gelmek de büyük şans. Bunu hep altını çizerek söyleyeceğim. Buradaki başarı benim başarım olduğu kadar, yaratıcı ekibin, yapımcımızın, oyuncu arkadaşlarımın, TRT1’in de başarısı. Gülseren Budayıcıoğlu’nun, Deniz Madanoğlu’nun ve Rana Mamatlıoğlu’nun başarısının altını çizmek gerekiyor. Bize her hafta hem dopdolu hem de çok çok kuvvetli bir senaryo veriyorlar. Bundan sonraki en büyük kaygım aslında “iyi senaryo” olacak… O yüzden gelecek için endişeden ziyade heyecan ve merak duyuyorum.
Aslında son dönemde yalnızca Masumlar Apartmanı değil, Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir, YouTube’da “Katarsis” ve biraz daha farklı formatıyla “Bir Başkadır” gibi psikolojik tahliller yapan yapımların yükselişini görüyoruz. İzleyiciyi de iyi tanıyan bir oyuncu olarak siz bu yükselişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence toplumumuzda terapiye ve psikoloğa bakış açısı çok ön yargılıydı. Bu ön yargılarımızın da sebebi bilmiyor olmaktı. Bence, toplum terapiye karşı ön yargısını bu yapımlarla yıkmaya başladı ve gidemediği terapiste bu yapımlar aracılığıyla ulaşıp kendine şifa bulmaya çalışıyor. Her hafta kendilerini “o” karakterlerle özdeşleştirerek ve empati kurarak kendisine çıkarımlar yapıyor. Belki de izleyiciler diziyi merak etmelerinin yanı sıra her hafta kendi benzer sorularına ve sorunlarına yanıt arıyor. Bu noktada toplum olarak terapiye olan bakış açımızın da değişmeye başladığını düşünüyorum.
Ezgi Mola’ya geçelim… Bugün Ezgi Mola’nın birden çok kimliği var. Oyuncu, influencer, marka yüzü ve aslında bir yayıncı… Siz kendinizi bunlardan hangisiyle tanımlıyorsunuz? Tüm bunların arasında yorulmuyor musunuz?
Ezgi Mola meraklı ve her işi yapmak isteyen biri bence. Çok meraklıyım ve çok şüpheciyim. Çok pozitif biri olmamın yanı sıra her şeyi iyisiyle ve kötüsüyle değerlendirmeye çalışırım. Meraklıyım, çalışkanım ve iş yapmayı, denemeyi seviyorum! Bir işi aldığımda hep benden beklenenden daha iyisini yapmayı hedefliyorum çünkü işimi çok seviyorum. Denemekten korkmuyorum ve ardından da işin geri dönüşlerini takip ediyorum. Tüm bunları yaparken de asla yorulmuyorum. Yalnızca son dönemlerde zaman zaman oynadığım karakterimden ötürü mental bir yorgunluk yaşıyorum. Ki bu mental yorgunluk bile bana heyecan veriyor. Çünkü karakterimi daha iyi anlamak ve ona şifa olmak istiyorum.
Bunca proje, marka iş birliğine rağmen itibarından bir şey kaybetmeyen bir Ezgi Mola adı var. Bu oldukça ulaşılması güç bir başarı. Nedir bunun sırrı? Siz bu itibarı bu kadar canlı ve temiz tutmak için nasıl bir strateji izliyorsunuz?
İnanın özel olarak söyleyebileceğim hiçbir şey yok. Yine aynı şeyi söyleyeceğim ama yalnızca inandığım işleri yapmaktan geçiyor sanırım. Sosyal medyanın bunca popüler olmadığı zamanda bile arkadaşlarımla güldüğüm eğlendiğim videoları orada paylaşabilecek kadar rahat biriydim, çünkü hep ben gülüyorsam onlar da gülebilir diye düşündüm. Ünlülere hep kusursuzlar gözüyle bakıyordum çocukken ama şimdi dünya o kadar değişti ki. Ben her halimi göstermekten hiç çekinmeyen bununla da mutlu olan, her işini kendi yapan birisiyim. Aklınıza gelebilecek her işi. Birine bir iş veriyorsam dahi çok sıkı takip ederim. Başka bir sektörle ilgili bir işe giriştim mesela, tüm atölyeleri tek tek kendim gezdim, notlar aldım. Tuttuğum deftere arkadaşlarım gülseler de, başkalarına göre benim tüm bu süreci yönetme şeklim ilginç gelse de bu bana göre “meraklılıktan” oluyor.
Bir influencer olarak pek çok marka işbirliği yaptınız. Muhtemelen bir CMO’dan çok daha fazla kampanya gördünüz. Yaptığınız işlere bakınca bir marka-influencer işbirliğinin başarılı olması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini görüyorsunuz?
Şunu çok net söyleyebilirim; ben şimdiye kadar sadece para kazanıyorum diye reklam yapmadım, hiç! Bunun çok iddialı bir söylem olduğunu biliyorum ama gerçek bu. Benim için o ürün sanki benim annemin babamın fabrikasından çıkıyor, biz bütün ürünleri kendimiz yapıyoruz, oradaki çalışanların maaşlarını biz ödüyoruz ve ben kendime “Ben bunu nasıl daha iyi hale getirebilirim?” diye soruyorum. Bana bir paket geldiğinde ikna olmadığım, hoşuma gitmeyen, geliştirilmesi gerektiğini düşündüğüm ne varsa bana kulak verdiler ve bana o kapıyı açtılar. Çünkü bana inandılar. Hal böyle olunca ben de sevmediğim hiçbir şey paylaşmadım. Benim sosyal medya geçmişimi açsınlar ve bana sorsunlar “Bu neydi peki o zaman” diye; benim sevmediğim tek bir şey bulamazlar. Sürdürdüğüm iş birlikleri de sanıyorum bu yüzden uzun soluklu oluyor, en az süren iş birliğim dahi 2 yıl sürmüştür…
Peki, en keyif aldığınız iş birliği hangisi oldu?
Aslında hepsi farklı sektörler. Hepsine bayılıyorum o yüzden. Eti Browni ışıl ışıl reklamlarında yer almak çok hoşuma gitmişti. Ağız ve diş sağlığına çok önem veririm, İpana benim hâlâ en güvendiğim markalardan biri. Avon’da bazı ürünlerim hala vazgeçilmezim. Hepsiburada ve Selsil’le dijital işbirliği yapıyorum. Selsil, ilk bakışta yapı marketlerde satılıyor, Ezgi ile ne alaka dedirtmiş olabilir. Ama ben yapı marketi hastası bir insanım. Boş zamanlarımda gidip gezerim, yeni çıkan ürünleri incelerim. Selsil de sevdiğim ve kullandığım bir marka. Evde her işini kendi yapan biri olduğum için tavsiye derken de gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Ya da Hepsiburada için bir sepet hazırlarken o sayfayı özellikle kendim hazırlıyorum. Bunu yaparken neleri seviyorum, evimde neleri kullanıyorum, bunlara dikkat ediyorum. Bunların hepsini de keyifle yapıyorum. Çünkü ben kullanırken keyif alıyorsam, seviyorsam bir müşteri olarak diğer alacak insanların da memnun kalacağına inanıyorum. Bunlar gerçekten lafta değil. Bazen kendi arkadaşlarım beni arayıp soruyorlar “gerçekten mi” diye, onlara da aynısını söylüyorum çünkü ben inanmadığım bir ürünün tanıtımını yapmıyorum.
Bir influencer olma furyasıdır gidiyor… Herkes influencer olma peşinde. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu? Herkesin influencer olduğu bir dünya mümkün mü?
Her kör satıcının bir alıcısı var derler ya bu biraz öyle. Sağlıklı buluyor musunuz kısmını da ayrıca konuşuruz çünkü bence sağlıklı değil. Çünkü bugünün bir de yarını var. Ben mesela her ne kadar “anda kal”maya çalışsam da yarınımı da iki yıl sonrasını da on yıl sonrasını da düşünmeye çalışıyorum. Bu süreklilik böyle gitmediğinde influencerların akıl sağlığını koruması çok önemli. Çünkü influencerlık geçici ama akıl sağlığı baki. O noktada kendini nasıl konumlandırdığın çok önemli. Ne kadar ilginç şeyler yaparsam o kadar çok kazanırım fikriyle yapılan işler beni çok ürkütüyor. Aslında biz çalışmayı seven insanlar olmalıyız. Yaptığımız işe saygı duyarak en iyisini yapmaya çalışmalıyız. Sosyal medyada influencerlığın birazcık “kolay yoldan paramı kazanayım” mantığıyla algılandığını düşünüyorum.
Peki, kolay mı sizce?
Benim için değil. Çünkü ben işime hâkim olmayı severim. Ben bir sayfayı kaydırın dediğimde o sayfayı on kere incelemiş oluyorum. Deneyimlemediğim ve beğenmediğim bir ürünü tavsiye etmiyorum. Bunu bu şekilde yapmayanlara da saygı duyuyorum. Ancak unutmamak lazım ki bir takipçiniz sizden referansla bir ürünü satın aldığında ve beğenmediğinde size duyduğu güven zedeleniyor…
“Başka bir sektörle ilgili bir işe giriştim” dediniz. Kendi markanızı yaratmak gibi bir düşünceniz var mı?
Var! Oyunculuk dışında iş kadını olma durumu heyecan verici geliyor bana. Meraklıyım dedim ya, o merakımı deneyimlerimle gidermeyi seven bir insanım. Yaklaşık bir buçuk yıldır bu işi bilen yol arkadaşlarımla çalışmalarımız sürüyor ve bir gün gerçekleşecek.
Etrafınızda çok güçlü bir arkadaş grubu var ki sizi sürekli onlarla görüyoruz. Enis Arıkan, Melikşah Altuntaş, Bartu Küçükçağlayan… Bu grup nasıl oluştu?
Ben çok arkadaşçıyımdır… Enis’le konservatuardan arkadaşız, Bartu’yla ise paralel dönemlerde konservatuarlarda okuduk, kendi döneminin tüm konservatuvarlılarını tanırsın aslında. Melikşah da Bantmag’de sinema yazıyordu o vesileyle tanıştık onunla da… Aslında bir sürü insanla tanışıyorsunuz sektör içinden ya da dışından ve bir şekilde konuşacak ortak paydalar bulduğunuzda ya da enerjiniz tuttuğunda arkadaşlıklarınız çok daha uzun süreli oluyor. Bizimkiler de öyle. Birlikte eğlendiğin, yanında rezil olmaktan keyif aldığın bir özgürlük alanı olarak tanımlıyorum ben bu arkadaşlığı.
Son zamanlarda kıskandığınız, “keşke ben de içinde yer alsaydım” dediğiniz bir proje var mı?
Kıskanmaktan ziyade bir iç geçirme oluyor bende. Bunu da sıklıkla yaşıyorum aslında. Son zamanlardaysa bunu en çok “Bir Başkadır”da ve “Gibi”de yaşadım. Gibi’ye bayıldım mesela. Bu böyle içinde olsaydım gibi değil işin tamamına hayranlık duyuyorum. Keşke orada olsaydım ben de bir kenarda otursaydım diyorum.