
“Normal Doğum” tartışmalarının gölgesinde: Doğum, bilgiyle değil korkuyla mı şekilleniyor?
Geride bıraktığımız hafta sonu Sivasspor – Fenerbahçe maçında Sivassporlu futbolcuların sahaya Sağlık Bakanlığı’nın hazırladığı “Doğal Olan Normal Doğumdur” pankartıyla çıkması tartışmaların da fitilini ateşlemişti. Mesajın iletildiği yer ve kitle büyük tepkilere sebep olurken, biz de konuya ilişkin görüşlerini almak üzere Doğasında Doğum Derneği Başkanı, Kadın Doğum Uzmanı Prof. Dr. Aydan Biri ile bir araya geldik. Kapsamlı bir biçimde meseleyi ele alan Prof. Dr. Aydan Biri: “Bu tür kamuya açık mesajların dili, taşıyıcısı ve sunuluş biçimi çok daha dikkatli kurgulanmalı. Çünkü bir mesaj yalnızca ne söylediğinizle değil, nasıl ve kim aracılığıyla söylediğinizle etkili olur” diyor… İşte Prof. Dr. Aydan Biri’nin konuya dair düşünceleri…
Doğum bir tercih değil, kadının bedeninde kodlu bir hakikattir
Doğum, tıbbın yönettiği bir “tercih” değil; doğanın planladığı, kadının ve bebeğin bedeninde fizyolojik olarak kodlanmış bir süreç… Bilimsel veriler, doğum doğal seyrinde gerçekleştiğinde —yani zamanında, desteklenmiş ve gereksiz müdahaleden uzak— anne ve bebek için bağışıklık sisteminden mikrobiyotaya, nörogelişimden solunum adaptasyonuna kadar çok yönlü faydalar sağlandığını gösteriyor.
“Normal (vajinal, fizyolojik) doğum” yalnızca bir doğum şekli değil; kadın bedeninin kapasitesine, bebeğin epigenetik hafızasına ve nesiller arası sağlık geçişine işaret eden biyolojik bir referanstır.
Ancak bu biyolojik doğrunun yaşama geçmesi için sadece tıbbi bilgi yeterli değil. Toplumsal korkular, kültürel anlatılar, sistemsel tutumlar ve yalnızlık hissi gibi birçok sosyal ve duygusal etken doğum sürecine dahil olur.
2018’de Doğasında Doğum Derneği ve Ankara Ticaret Odası işbirliğinde gerçekleştirdiğimiz “Toplumda Doğum Algısı” araştırmasında 2 bin kadınla görüşülmüş, katılımcıların yüzde 95’i vajinal doğumun daha sağlıklı olduğunu bildiklerini ifade etmesine rağmen, yüzde 90’ı doğumunu sezaryen ile gerçekleştirmişti.
Bu çelişki, doğum sürecinde bilginin tek başına belirleyici olmadığını; kadınların doğum kararlarının korku, güvensizlik, yalnızlık, sistemsel baskılar ve zamanlama kaygılarıyla şekillendiğini ortaya koyuyor.
Neden vajinal doğum? Bilimin söylediği…
Vajinal doğum, yalnızca bir doğum şekli değil, yaşam boyu sürecek fizyolojik programlamanın başlangıcıdır. Epigenetik araştırmalar, doğum kanalından geçerken bebeğin yaşadığı mekanik ve hormonal uyarıların bağışıklık sistemini düzenleyen genleri aktive ettiğini gösteriyor. Aynı anda başlayan mikrobiyota aktarımı, bebeğin bağırsak florasını oluşturur ve alerjilerden obeziteye kadar birçok hastalığa karşı koruyucu rol oynar.
Doğumda salgılanan stres hormonları akciğer sıvısının atılmasını kolaylaştırır, emme refleksini tetikler ve doğum sonrası adaptasyonu destekler.
Anne açısından bakıldığında ise; iyileşme süreci kısalır, enfeksiyon ve cerrahi komplikasyon riski düşer, emzirmeyi başlatan hormonal denge doğal şekilde sağlanır ve anne-bebek bağlanması kolaylaşır. Ayrıca annenin aktif katılımı, psikolojik güçlenme sağlar ve doğum sonrası depresyon riskini azaltabilir. Tekrarlayan sezaryenlerin getirdiği birçok cerrahi komplikasyon, vajinal doğum ile büyük ölçüde önlenebilir.
Bu nedenle bilim dünyası vajinal doğumu yalnızca doğal değil, aynı zamanda koruyucu bir sağlık modeli olarak tanımlar.
Sessizlik belirler
Doğumun doğasına dönüş, yalnızca sağlık sistemiyle değil; toplumsal bellek, medya dili ve kadın farkındalığıyla mümkün olabilir. Doğumun doğallaşmasına ilk olarak “kadınlar” ses çıkarmalıdır. Kadınlar, doğum hakkını sahiplenmedikçe sistem, her zaman daha hızlı ve kolay olanı “sezaryeni” tercih edecektir. Çünkü fizyolojik doğum; her zaman daha fazla emek ve sürekli bir destek ister, daha zahmetlidir.
Hekimlerin bilimsel ve etik olarak bu süreci desteklemesi beklenir ancak unutmamak gerekir ki dönüşüm ancak kadınların gerçekten talep etmesiyle mümkündür. Önemli olan kadınların, eşlerin, ailelerin ve toplumun doğumu bir insan hakkı olarak tanımlamasıdır. “Sessizlik” de bir tercihtir ve bu tercih, doğumun doğal seyrinden uzaklaşmayı beraberinde getirir.
Mesajı doğru vermek

Sağlık Bakanlığı’nın Fenerbahçe–Sivasspor maçında sahaya taşıttığı “Doğal Olan Normal Doğum” pankartı, artan sezaryen oranlarına dikkat çekme amacı taşıyordu. Mesaj, doğumun fizyolojik doğasına dönüşü teşvik etmek açısından yerindeydi; ancak yöntem, özellikle temsiliyet açısından sorgulandı. Kadın bedenine dair bir mesajın, erkek futbolcular aracılığıyla verilmesi, birçok kişi tarafından kadının yerine konuşmak olarak algılandı ve kamuoyunda tartışma yarattı.
Toplumda doğumun hem biyolojik hem de sosyokültürel bir anlam taşıdığı göz önünde bulundurulduğunda, bu tür kamuya açık mesajların dili, taşıyıcısı ve sunuluş biçimi çok daha dikkatli kurgulanmalı. Çünkü bir mesaj yalnızca ne söylediğinizle değil, nasıl ve kim aracılığıyla söylediğinizle etkili olur.
Kampanyanın niyeti doğruydu; ancak mesajın hedef kitleyle kurduğu ilişki, temsil ve ifade biçimi üzerinden zayıfladı. Özellikle “normal doğum” ifadesi, sezaryenle doğum yapmış kadınlar açısından dışlayıcı veya yargılayıcı bulunabildi. Bu da toplumda faydalı olması beklenen bir mesajın tam tersi yönde kutuplaştırıcı bir etkiye yol açmasına sebep oldu.
Toplumsal iletişimde niyet kadar, niyetin nasıl aktarıldığı da belirleyicidir. Bu tür hassas konularda hedef kitlenin algısı, temsilin gücü ve söylem dili, mesajın etkisini doğrudan şekillendirir.
Sağlık hakkı
Pankart, artan sezaryen oranlarına karşı geliştirilen bir sağlık politikası yaklaşımının dikkat çekici bir ifadesi olarak kullanıldı. 2025’in “Aile Yılı” ilan edilmesiyle birlikte Bakanlık; gebe okulları, her gebe için bireysel ebe atanması gibi yapısal adımlar atıyor.
Bu politikalar, müdahale değil; destekleyici sağlık hakkı uygulamaları olarak görülmeli. Ancak etkili olması, kamuoyunun bilinçlendirilmesi ve doğru temsil stratejileriyle mümkün. Üniversiteler, medya ve sivil toplum bu sürece katılmalı.
Hekimler için de zor bir tercih
Fizyolojik doğumu desteklemek, hekim için yalnızca bilimsel değil; aynı zamanda vicdani, toplumsal ve hukuki sorumluluklar barındırır. Günümüzde doğumda yaşanan olumsuzluklar çoğu zaman doğrudan hekime yükleniyor; sürecin doğasında yer alan öngörülemezlik göz ardı ediliyor.
Oysa tıpta sorumluluk, yalnızca sonuca değil, sürecin bilimsel, etik ve özenli şekilde yürütülüp yürütülmediğine göre değerlendirilmelidir. Ancak doğum, sonucu önceden tam olarak kestirilemeyen bir süreç. Buna rağmen, özellikle sezaryen uygulanmayan doğumlarda gelişen komplikasyonlar sıklıkla “neden müdahale edilmediği” sorusuyla hekime yöneltiliyor; bu hem toplumsal hem de hukuki alanda ciddi baskı yaratıyor.
Kadın doğum hekimleri, doğum sırasında gelişen sorunlar ya da doğan çocuğun sağlık durumu nedeniyle doğrudan sorumlu tutuluyor; özellikle sezaryene alınmama gerekçesi, hukuk süreçlerinde en sık karşılaşılan eleştiri olarak öne çıkıyor. Bugün birçok kadın doğum hekimi, tıbben elinde olmayan sonuçlardan ötürü dava ediliyor; bu da mesleki pratik üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor. Böyle bir ortamda, hekimlerin kendilerini koruma refleksiyle sezaryene yönelmeleri ve sezaryen oranlarının artması kaçınılmaz hale geliyor.
Oysa doğumun sonucu yalnızca doğum anına değil; gebelik öncesinden başlayan ve hekimin kontrolü dışında gelişen pek çok biyolojik, genetik ve çevresel etkene bağlı. Bebeğin genetik yapısı, annenin mevcut hastalıkları, yaşam tarzı ve gebelik sürecinde karşılaşılan riskler gibi birçok değişken, sonucu doğrudan etkiler. Sağlık sistemi tüm imkânlarını sunsa bile, her durum önceden öngörülemeyebilir ya da önlenemeyebilir.
Bu nedenle hekimlik; tüm riskleri ortadan kaldıran değil, bilimi, teknolojiyi ve güncel tıbbı en iyi şekilde kullanarak süreci güvenli şekilde yöneten bir mesleki rehberliktir. Toplumun da, özellikle doğum gibi yaşamın başlangıcında yer alan bu özel süreçte, hekimin rolünü ve sınırlarını iyi anlaması gerekir. Hekim tüm çabasını ortaya koysa da nihai sonuç yalnızca onun elinde değildir. Burada önemli olan sürecin en yüksek özenle yönetilmesidir.
Dönüşüm, hekimin kararlarını korkuyla değil; bilgiyle, etik sorumlulukla ve mesleki destekle alabileceği bir sistemle mümkün. Kadının doğum hakkı kadar, hekimin bilimsel özerkliği ve mesleki güvenliği de sağlıklı doğum politikalarının temelidir.
Sezaryen hakkı mı, müdahalenin normalleşmesi mi?
Sezaryen, bazı çevrelerde kadının doğum hakkı olarak savunuluyor; vajinal doğumu teşvik eden her yaklaşım, bu hakkın kısıtlanması gibi algılanıyor. Oysa burada asıl tartışılması gereken, sezaryenin ne zaman gerekli olduğu ve ne zaman gereksiz yere tercih edildiğidir. Bu ayrım ortadan kalktığında, doğumun fizyolojik doğası geri plana itilirken, cerrahi müdahale giderek normalleşen bir uygulama haline geliyor.
Sezaryen; anestezi, ameliyat, iyileşme süreci, doğurganlık ve rahim sağlığı üzerinde kalıcı etkiler bırakabilen ciddi bir cerrahi girişimdir. Bu nedenle, sezaryeni bir “hak” gibi sunmak, çoğu zaman tıbbî zorunluluktan değil, sistemin kolaylığına ve öngörülebilirliğine dayalı yapısal tercihlere hizmet eder. Çünkü sezaryen, zamanlaması planlanabilen ve olası risklerin daha kolay yönetilebildiği düşünülen bir süreçtir. Kurumlar açısından operasyonel avantajlar sunsa da, bu kolaylık kadının bedensel deneyimi ve uzun vadeli sağlığı pahasına gerçekleşebilir.
Bu noktada asıl ihtiyaç, doğum sürecinin tıbben gereksiz müdahalelerden arındırılması ve kadının karar verebilmesini sağlayacak koşulların oluşturulmasıdır. Kadına, bedenine ve doğum sürecine saygı duyan bir yaklaşım; ona seçenek sunmakla kalmaz, bu seçenekler arasında baskıdan uzak şekilde seçim yapabilmesini de gözetir.
Doğumda önemli olan, herhangi bir yöntemi savunmak değil; kadının doğru bilgilendirildiği, duygusal ve fiziksel olarak desteklendiği, güvenli bir ortamda karar verebildiği bir sistem kurmaktır. Bu nedenle mesele, doğum tercihini bir müdahale biçimine indirgemek değil; sezaryeni tıbbi gereklilik temelinde konumlandıran ve normal doğumun fizyolojik bütünlüğünü koruyan bir yaklaşımı sürdürebilmektir.
Sağlıklı nesiller için
Desteklenmiş, şeffaf bilgilendirilmiş ve özgür bırakılmış bir kadının doğum kararı değerlidir. Sezaryeni tercih etmek de bu kararın bir parçasıdır ve saygıyla karşılanmalıdır. Ancak doğum hakkı üzerine yürütülen tartışmalarda çoğu zaman unutulan bir gerçek var: Bu sürecin en sessiz ama en çok etkilenen öznesi bebektir.
Bebeğin fizyolojik doğum sürecinden geçme hakkı, sağlıklı bir başlangıç yapma hakkıdır. Doğumun zamanlaması, şekli ve ortamı; onun bağışıklığından nörogelişimine kadar pek çok süreci belirler. Bu nedenle doğum politikaları yalnızca kadının değil, aynı zamanda bebeğin de haklarını gözetmeli.
Doğumu anlamak; kadını, hekimi ve sistemi kapsadığı kadar, doğacak nesli de içerir. Sağlıklı nesiller ancak bilgiyle desteklenmiş kararlar, etik sorumluluk ve çok sesli bir toplumsal farkındalıkla mümkün olabilir.