“İdeolojik kulelerinizi yıkarak bir nesli anlayabilirsiniz”
Kuşak Araştırmacısı Evrim Kuran Türkiye’nin 5 kuşağını tüm yönleriyle gözler önüne serdiği Telgraftan Tablete kitabı bir süre önce okurlarıyla buluştu. Kitabın detaylarını dinlemek için bir araya geldiğimiz Kuran, Y ve Z kuşaklarına rekabetçi bir dünya bıraktığımızı belirterek “Bir nesli anlamak için hayata ideolojik kulelerimizden değil, o kuşağın gerçeklerinden bakmalıyız.” diyor.
Söyleşi: Eylem Arslan [email protected]
Kitabınızda kendi kişisel hikayeleriniz doğrultusunda kuşakları aktarıyorsunuz. Neden böyle bir yol seçtiniz?
2000 yılından bu yana kuşaklarla ilgili çalışmalar yapıyorum. Telgraftan Tablete’de Türkiye’nin yaşayan 5 kuşağını yıllardır içinde yer aldığım alan araştırmalarının yanı sıra kişisel hikayelerim üzerinden anlattım. İnsanla ilgili araştırma yaptığınızda karşılaştıklarınızın sağlaması için kendi yaşamınıza başvuruyorsunuz. Araştırmaları yaparken kuşak paradigmalarının kendi hayatımdaki derin izleriyle karşılaştım. Sessiz kuşağı çalışırken Dedem Ali’nin hikayesinin birebir uyduğunu fark ettim. Z kuşağı oğlum Ali’ye kadar devam eden kendi mirasımı ilk kitabımda anlattım. Okurlar, Telgraftan Tablete’yi okurken benim hikayelerimin içinde kendi kişisel kuşak hikayelerini de bulacaklar. Kendi hikayelerine giderek kuşakları daha kolay çözecekleri umuduyla kitabı hazırladım. Kuşak meselesine buradan bakarak, ninelerimizi ve dedelerimizi anlayacağımızı, kızlarımızla ve oğullarımızla anlaşacağımızı düşündüm. Çünkü sevmek anlamaktır.
Kitabınızda Türkiye’de 5 kuşağın bir arada yaşadığını söylüyorsunuz. Peki, bu kuşaklar hangileri ve özellikleri neler?
Türkiye’nin yaşayan 5 kuşağı Sessiz Kuşak, Bebek Bombardımanı Kuşağı, X Kuşağı, Y Kuşağı ve Z Kuşağı. Cumhuriyet’in ilk nesli olan Sessiz Kuşak (1927 – 1945) bugün artık yüzde 90’ından fazlasının yer almadığı çalışma yaşamına sıkı çalışmayı, sadakati, saygıyı yerleştirmiş olan kuşaktır. Geleneklerine bağlıdırlar; istikrar diğer adlarıdır. Bebek Bombardımanı Kuşağı (1945 – 1964) ismini dünyadaki yıllık doğum hızındaki büyük artıştan aldı. Önce çocuklarına daha sonraysa anne ve babalarına bakan bu kuşak kalabalık ailelerin belki de son temsilcisi. Ve belki de bu özelliklerinden dolayı, kendilerinden olmayan kuşaklarla da en iyi anlaşan jenerasyondur. Türkiye nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan X Kuşağı (1965-1979), kuşak döngüsünde bireyciliği temsil ediyor. Bugünkü iş yaşamında önemli ölçüde liderlik koltuklarında gördüğümüz bir X Kuşağı var. Bu öyle bir kuşak ki iş yaşamının ilk döneminde işyerinde ciddi olmayı öğrenmiş; gülmeyi, eğlenmeyi iş dışına bırakmış. Sonra bir zaman gelmiş ve bu kuşağa demişler ki: “Şimdi gündem ‘işte eğlence’! Hadi, hep birlikte eğlenmeyi öğreneceğiz!” Y Kuşağı (1980-1999) ise sürecin tadını çıkarmak isteyen, saygının hak edene sunulması gerektiğine inanan, içinde bulunduğu topluluğu etkileme ve onlardan etkilenme eğilimi yüksek, harekete geçmek için anlam arayan, eşzamanlı olarak birkaç işi birden yapabilen, teknolojiyi çok iyi kullanan, kariyer yaşamları boyunca 10 kereden daha fazla iş değiştirebilecekleri öngörülen ve dahi iş bulmadan işten ayrılabilen, kısaca hem gündelik yaşamın hem de iş yaşamının kodlarını yeniden yazan bir kuşak. Z kuşağı (2000 – 2018) için araştırmalarla kanıtlanmış davranış kalıpları ortaya koymak için zamana ihtiyacımız var. Ama hem kuşak teorisinin öngörülerine hem de kuşağın güncel davranış kalıplarına bakarak, daha yaratıcı, daha sahici, daha uyumlu bir dönemin başladığını düşünüyorum.
Kuşaklar bağlamında düşündüğümüzde kuşakların teknolojiyle ilişkisi nasıl?
Türkiye 52 milyon aktif sosyal medya kullanıcılı, 54 milyon akıllı telefonlu bir ülke; neredeyse yaşayan tüm kuşakları bir biçimde teknolojiyle ilintili. Ancak teknolojisiyle ilişkisi değer yaratan bir ilişki diyemem. Sosyal medyayı bu kadar yoğun bir seviyede kullanmamız teknolojiyle ilişkimizin çok iyi olduğu anlamına gelmiyor. Ebeveynler yeni neslin elinden telefonu düşürmediğinden, kitaplar, dersler ve çevrim dışı etkinliklerden çok dijital ortamlarda varoluşlarından şikayet ediyorlar; ama ellerinden akıllı aletlerini düşürmeyen ebeveynler de çok iyi rol modeller değiller. Dijital teknolojilerin sosyal medya tiranlığında kullanılmasının köleleri ülkemizde sadece genç kuşaklar değil. Eski nesiller de bu konuda hiç fena değil. “İnsani teknoloji” kavramını gündeme getirmemiz gerekiyor. İnsanlığın faydasına kullanılan teknolojiden bahsediyorum. Tüm “şeyleri” birbirine bağlayan teknolojinin magazin tarafını bir yana bırakıp bilimi, sanatı, eğitimi, insan yaşamını iyileştirecek yanları üzerinde çalışmaya başlamalıyız. Z Kuşağı böyle bir teknolojik okur yazarlığın gerekli olduğu dünyaya hazırlanmalı.
İnsanların beklentileri gün geçtikçe değişiyor. Artık öyle bir devirdeyiz ki ebeveynler çocuklarını bile anlayamıyor. Bu sorunun çözümü nedir?
Her jenerasyon kendi yaşam parçacığını taşıyor. O kara parçasında, bir döneme ait hikayeler, gerçekler, tabular, duygular var. Bunları değiştirmek gayreti ancak beyhude bir çaba olur. Asıl olan, bu parçaların dokusunu bozmadan, birlikte nefis bir “takım” oluşturabilmek. Mümkün mü? Bence mümkün. Bu yüzden bir nesli anlamak için, hayata ideolojik kulelerimizden değil, o kuşağın gerçeklerinden bakmalıyız. Bir kuşağı anlamak, bir dönemi anlamaktır. Benim için bir kuşağı anlamak, suya atılan taş gibi, etkisi dalga dalga büyüyen, yaşama, geçmişe ve geleceğe dair müthiş bir kavrayış sağlıyor. Hoşgörü sınırlarımı genişletiyor, zamanın ruhuna yaklaştırıyor ve her adımda, yargılayan değil öğrenen olmaya yönlendiriyor. Kuşaklar birbirlerine kendi ideolojik kulelerinden bakıyor. Ebeveynler çocuklarına, patronlar çalışanlarına, liderler halklarına kendi mahallelerinden bakıyor. Yargılayan zihin çalıştığı anda da bizim mahallemizden olmayanları anlamak imkansızlaşıyor. Bunun panzehiri gerçeklerle yüzleşmek. Dönemin gerçekleriyle. Benim bu yaşamda kendime biçtiğim görev kendi neslinden olmayanları hızlıca yargılayanları o gerçeklerle buluşturmak.
Her kuşak, kendisinden bir sonraki kuşağa sosyal bir miras da bırakıyor. Peki, biz bir sonraki kuşağa ne bırakacağız?
İtiraf etmek gerekirse kabuğu sertleşmiş, hayatta kalmayı ve başarmayı keyif almak ve mutlu olmanın önüne geçirmiş bir kuşak olarak, biz X’ler Y ve Z kuşaklarına ziyadesiyle rekabetçi bir dünya bırakıyoruz. Milenyumun ilk iki kuşağından beklentim dünyanın bizim kuşağın haddini aşmış sorumluluk anlayışıyla yorulmuş iklimine biraz hayat kanıtı getirmesi. Kutular, ölçekler, analizler ve hep daha fazlasına talip olma motivasyonuyla büyüyen tükenmişliğin yerini daha yaşanır bir dünya almak zorunda. O kapıyı Y’ler araladı; Z’ler bu hayali gerçekleştirecek.
Gençlere hitap etmek isteyen markalar nasıl bir stratejiyle hareket etmeliler?
Gençlerin markalardan istedikleri aslında çok da zor şeyler değil. Külyutmaz bir kuşaktan bahsediyoruz. Y Kuşağı, gerçek hayattan sosyal medyaya, akla gelebilecek her türlü platformda taklit olanın, sahte olanın, uyduruk olanın ipliğini anında pazara çıkarabilme gücünde olan bir kuşak. Bu yüzden markalara “Başkası olma, kendin ol!” diyor. “Erişilebilir ol!” diyor. Ulaşılabildiğin kadar varsın. Erişilemiyorsan yoksun. İçerik kadar bağlama da odaklan! Markaların geleneksel alışkanlıkları var. Örneğin, ürünlerimizin veya hizmetlerimizin içerikleri hakkında bıraksalar sabahlara kadar konuşacağız. Oysa ürün veya hizmetin içerik kalitesi artık ayrıştırıcı değil. Y Kuşağı’nın en büyük kabusu olan “sıkıcılık”tan korunmanın en güçlü yöntemiyse mizah dili ile barışmak. Y Kuşağı’na erişmek isteyen markalar mizahın dahil ediciliğinden mutlaka faydalanmalılar. Tipik bir Y Kuşağı, çok sadık olduğu markanızdan, herhangi bir çalışanınızın davranış biçimi veya tavrı nedeniyle buz gibi soğuyabilir. Bu sebeple bir diğer kritik konu da tüketici markamız kadar, işveren markamıza da önem vermek. Y Kuşağı gözünde tüketici markası ve işveren markası arasında arada önemli bir etkileşim var. Ve pek yakında tüketim dünyasının en fazla sayıdaki müşterileri halini alacak Z kuşağı da benzer algılara sahip; ama şu konuda biraz daha talepkarlar: Toplumun ve dünyanın iyilik haline katkı koyan ürünlerle yaşamlarını sürdürmek. Demek ki artık amacımız marka inşa etmekten öte, anlam inşa etmek olmalı.
Kitapta günümüz çocuklarının sağlıklı bir çocukluk için gerekli olan unsurlardan mahrum olduğundan söz ediyorsunuz. Nasıl çözülür bu sorun?
Geçtiğimiz yıl 6. sınıfa giden oğlum Ali’nin okul müdürü çocuklarımızı inciten şeylere dair bir makale okumuş ve tüm ebeveynlerle paylaşmak istemiş. Bununla ilgili hepimize bir mektup gönderdi. Bu mektup beni çok etkiledi. Yeri gelmişken vurgulamak istiyorum; müdire hanımdan WhatsApp mesajı veya e-posta değil; bildiğiniz mektup geldi. Ekinde de bahse konu makale. Makale özetle şunu söylüyor: Şu anda evlerimizde sessiz bir trajedi gerçekleşiyor. Bugünün çocukları sağlıklı bir çocukluğun temeli olan duygusal olarak erişilebilir anne-babalar, net biçimde tanımlanmış sınırlar, sorumluluklar, dengeli beslenme, yeterli uyku, hareket etme, ev dışı etkinlikler, yaratıcı oyunlar, sosyal etkileşim, yapılandırılmamış saatler ve sıkılma fırsatından yoksun büyüyorlar. Bu trajediye son vermek adına çok da zor olmayan bazı şeyler yapılabilir. Ama sanırım ilk yapmamız gereken çocuklarımızın sıkılmasına izin vermek. Eski toprakların ‘Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz’ lafını yabana atmayın. Sıkılmak çocukların yaratıcılığını artırır. Yeni nesil ebeveynlerin çocuklarının sıkılmasından ödü kopuyor; doğal sonuç olarak çocukların da öyle. Başka basit günlük yaşam pratiklerinden de bahsedebiliriz; mesela yemek masasından telefonları kaldırıp, televizyonu kapatarak başlayabiliriz. Eski nesillerin akşam yemeği sohbetlerini hatırlayın. Çocuklarımıza günlük ev işleri sorumlulukları verebiliriz; masa kurmak, yatak toplamak, bulaşık yıkamak gibi. Sorumluluk öz değeri artırır. Kendi kendilerine oyun kurmalarına, kendi başlarına (dijital olmayan) oyunlar oynamalarına izin verebiliriz. Söylemesi kolay, uygulaması ki bu telaşlı yaşamda kolay değil belki ama mümkün. Bazen çağa uymak, bazen de çağa direnmek gerekir. Burası direnmemiz gereken alan.