İletişim mezunlarına neden iş yok?
Dekan, tam olarak bilmiyordu; attı ama insiyakiyle tutturdu… Bu oran, yüzde 10-15 civarındaydı. Çünkü sektör, iletişim fakültesi mezunlarını değil; İngilizcesi iyi olan, nitelikli üniversitelerin sosyal bilimlerle ilgili fakültelerini bitirmiş, bir-iki yıl da tecrübe edinmiş adayları tercih ediyordu.
“Düşünün”, dedim kendisine; “Sağlık sektöründeki hekimlerin yalnızca yüzde 15’i tıp fakültesi mezunu olsa”… Ya da avukat, savcı, hakimlerin, hadi yüzde 15’i de değil, yüzde 30’u hukuk fakültesi mezunu olsa…”
İletişim eğitim ve öğreniminin “tercih edilmeyen” mezunlar doğuran bu durumunu kim değiştirecek? Sektör mü, toplum mu, üniversiteler mi; YÖK mü?
Bir örnek daha verelim… Uluslararası İletişim Danışmanlığı Birliği’nin (ICCO), 25 yıldan fazla süredir düzenlediği ICCO Global Zirvesi bu kez Ekim ayında İstanbul’daydı. Sektördeki kritik konuların tartışıldığı Zirve’ye, ICCO’nun Türkiye’deki temsilcisi İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği (İDA) ev sahipliği yaptı. Katılan arkadaşlara sordum; “Bu toplantı yurt dışında yapıldığında gitmek için çırpınırdık, ayağımıza gelmişken sektörümüz nasıl reaksiyon verdi?”
İlk gün katılım gayet iyi olsa da ikinci gün salon dolu değilmiş… Türkiye’deki büyük iletişim ajanslarının ve şirketlerin kurumsal iletişim direktörlerinin toplantıya pek itibar etmemeleri şaşırttı mı; hayır! “Konuşmalar doyurucu muydu” diye sorduğumda; arkadaşların yüzünde gördüğüm şey düş kırıklığıydı. “İlham verici değildi” dediler. Dinlediğim kadarıyla ağırlık, olağan şüpheliler iklim krizi ve yapay zekadaymış. İletişim yönetimi konularında ise “360 derece danışmanlık” hususu öne çıkmış, paydaş ilişkilerinin, yatırımcı ilişkilerinin göz ardı edilemeyeceği bir gidişat belirtilmiş.
Peki, iletişim fakültelerinden hoca ve öğrenci düzeyinde kim varmış? Pek kimsecikler yokmuş desek, yeri var. Çok da haksız değiller; 16 bin lira ile 32 bin lira arasında değişen katılım ücreti nedeniyle fakültelerin bol bol hoca, öğrenci yollamaları mümkün olamazdı zaten… Çıkış yolu, çok yalın bir ifadeyle; iletişim fakültelerinin dünyadaki tıp, hukuk, mühendislik, diş hekimliği, veterinerlik fakültelerindeki gibi bir sisteme kavuşturulması ile bir miktar açılabilir…
Bir de tabii bu fakültelerde dışarıya iş yaparak hem para hem de tecrübe kazanılmasının öğrenime getireceği katkı dikkate alınarak…
Köfte şahane, iletişim sallanmakta
Köfteci Yusuf meselesi malumunuz… Marka, ürünlerinde domuz etine rastlandığı için krizde. Çırpındıkça da batıyor. Açıklamaları her ne kadar bazı “Yusufçular” tarafından kabul görmüş gibi olsa da karmaşık, uzun ve algılamayı kendi lehine ya da en azından nötr bir pozisyona çevirmekten uzaktı.
Kaldı ki kriz anı, krizin iletişimini yönetmek için son aşamalarından biridir. O iş, kriz ufukta belirmeden başlar. Daha yolun başında itibarı güçlendirecek, hedef kitle nezdindeki algılanmayı sağlam bir güven temelinde inşa edecek aksiyonlarla sürdürülen iletişim çalışmaları, iş planının ayrılmaz parçası olmalıdır. Tam da burada “konu yönetimi” (issue management) kilit kavramdır. Bir gıda firmasının en büyük darbeyi hijyen, üretim, hazırlık, servis koşullarından yiyecek olması sürpriz değildir. Bu nedenle konu yönetiminin de bu hususlarla ilgili yürütülmesi gerekirdi. O zaman, malum olay ya da benzeri bir skandal patladığında çok daha dayanıklı bir “bağışıklık sistemi”ne sahip olmak mümkündü… Fakat durum o ki bizim köfteciler iletişimden anlamıyormuş. Köfteci Ramiz de -hiç ilgisi olmamakla beraber- aynı krizin iletişim sınavında çakanlardan… Sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşımda bulunmuş: “1928’den bugüne, yüzde yüz dana etinden günlük ürettiğimiz ürünlerimizle Türkiye’de ve 7 ülkeyle yurt dışında toplam 130 şubede hizmetinizdeyiz.”
Rakip yönelimli iletişim, iyidir, hoştur, muziptir, zekâ ister… Ancak her yerde, her hedef kitlede tutmaz. Bir de üstelik tersine, yani yapanın aleyhine çalışabilir. Batı’da tıkır tıkır işleyen bu yöntem bizde hoş karşılanmaz. Rakibin zaaf anından yararlanmaya çalışmak bizim ortak ruhi şekillenmemize kesinlikle uymaz.
Kamu spotu böyle olur
Kamu spotları genellikle son derece soğuk, itici, yasak savma cinsinden yapılmış, etkileyicilikten ve mesajı iletmekten uzak işlerdir. Onları yayınlayan TV kanalları da bu işten illallah demişlerdir… Kanallarının program kalitesini bozduklarına inanırlar. Ancak bunların içinden bir tanesi öyle bir sıyrılmış ki; tüm kamu spotu kararı veren ve uygulayan kesimlerin örnek olarak alıp, kare kare incelemelerinde yarar var.
Gazze utancının 2040 yılından bugüne bakışla ele alındığı kısa filmde, çocuklar, bugün bu soykırıma sessiz kalan büyükannelerine, büyükbabalarına soruyorlar: “Bunlar yaşanırken sen ne yapıyordun?”
İletişimde, farklı kültürlerden insanlara aynı anda seslenmek zordur. Filmin BM’nin İnsan Hakları raportörlerinden Francesca Albanese, İngiliz gazeteci Owen Jones, Filistin’in Londra Büyükelçisi Husam Zomlot ve Pink Floyd’un kurucusu Roger Waters tarafından paylaşılması, bu eşiğin aşıldığını gösteriyor.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, filmin yönetmeni ve yapım ekibinin lideri, bizim TRT yıllarından kardeşimiz Yalçın Arı ile emeği geçen herkesi kutluyoruz.
“Kezban Paris’te” ya da pazarlama iletişiminde bir “vaka”
Netflix’in çok tutulan dizisi “Emily in Paris” iletişim sektörünün incelemesi gereken yapımlardan… Hikâye çok bilindik, kültür çatışması arka planında Amerikalı bir genç kadının Paris’te hem özel hem de iş hayatını ayakta tutmaya çalışması… “Kezban Paris’te” duygusu uyandıran, bocalayan, kalın kaşlarıyla ince Fransız zevkiyle uyumu yakalamaya çalışan bir hayat çömezinin yükselme çabası…
Fakat o ne “ürün yerleştirme”dir o… Hepsinin ötesinde, müthiş bir Paris güzellemesi, çok doğru bir “şehir markası” iletişimi söz konusu. “Algılama Yönetimi” adlı kitabımızda dile getirdiğimiz “iletişimin millî boyutu” konusunun, yani hedef kitlenin kültür ve değerlerine uygun tasarlanmış biçim, içerik ve öz ile iletişim yapılmasının birçok örneğine rastlıyoruz. Üstelik kültür çatışmalarını hiç de gizlemeden…
İngiliz gazetesi “The Mail on Sunday”in yaptığı analize göre; 4. sezonu yayınlanan dizinin sadece 10 bölümünde, aralarında Starbucks’tan lüks moda evleri Chanel, Dior, Hermes ve Bulgari’ye kadar 37 markaya ait “ürün yerleştirme” tespit edilmiş. Netflix, bu sezon, akıllı telefonlarını ekrana doğrultarak dizide yer alan eşyaları anında araştırıp satın alınmasını sağlayan Google Lens uygulamasıyla da iş birliği yapmış.
LGBTİ’nin ana fikrini oluşturan cümle, Netflix’in pek çok işinde olduğu gibi, burada da devreye girmiş: “Ruhun cinsiyeti ve mülkiyeti olmaz.” Cinselliğin tüketilmesinden etkileniyorsanız, dizi hiç de size göre değil. Ancak, Daily Mail’de yayınlanan bir makaleye göre; dizi, 2020’de yayınlanan ilk sezonuyla 58 milyon haneye ulaşmış. İkinci sezon, 2022’nin en çok izlenen Netflix dizisi olmuş. Dördüncü sezonun ilk yarısı, ilk dört gün içinde 19,9 milyon izlenmeyle küresel TV listesinde zirveye yerleşmiş.