“İzahı olmayan şeylerin mizahını yapıyorum”
Ana haber kuşaklarının fark yaratan ismi Ece Üner… Kendi deyimiyle “orantısız zeka kullanarak” yaptığı her yorum olay oluyor, gündem yaratıyor… “İzahı olmayan şeylerin mizahı” olarak tanımladığı yorumlarının Show Haber’in “insan odaklı” yaklaşımını daha görünür kıldığını söyleyen Üner, “Bu bir kendini tutmama, taşma hali” diyor… Medyadaki güven erozyonunu, “post-truth döneminin en acı sonuçlarından biri” olarak açıklayan Üner, Kim Kardashian yorumu nedeniyle kendisini eleştirenlere ise ateş püskürüyor… Ece Üner ile medyanın geldiği noktadan Fatih Portakal’ın gidişine ve yeni rakibi Selçuk Tepeli’ye kadar pek çok konuyu konuştuk. Ortaya da Üner gibi “orantısız zeka dolu” bir söyleşi çıktı…
Show TV’nin habercilik anlayışının merkezinde nasıl bir yaklaşım var?
Haberin en temel malzemesi insan ve insan hikâyeleri aslında. Anlattığımız hikayeler kadar varız. Bu hikayelerin öznesi olan insanı unuttuk. Sadece haber malzemesi olarak değil toplum içinde de insanı unuttuk. Dolayısıyla Show Haber insanı merkezine alarak haber bültenini hazırlıyor. Latincede “Vox Populi, Vox Dei” olarak ifade edilen o ünlü söylemiyle, “Halkın sesi, Hakk’ın sesi”ni düstur alıyoruz. Show Haber’de biz insanların çıkaramadığı ses olmak istiyoruz. Vicdanla, empatiyle ve diğerkâmlıkla yayıncılık yapmaya çalışıyoruz. Çünkü bence bu toplumun en büyük eksikliği etkin diğerkâmlık. Biz bu noktada toplumun çıkaramadığı ses olmaya, derdine derman bulmaya ya da en azından derdinin olduğunu duyurmaya talibiz diyoruz. Dolayısıyla da merkezimizde “sokaktaki vatandaş” var. Sokaktaki vatandaşın derdi bizim de derdimiz…
Ece Üner olarak bu yaklaşıma kendinizden ne katıyorsunuz?
Show TV’nin derdi hiçbir zaman siyaset üzerinde tepinmek, kurulan-bozulan oyunlara dair bir tarafgirlik halinde müdahil olmak değildi. Show TV’nin derdi başından beri insanı odağına almaktı. Ama benim buna şöyle bir katkım oldu: Show TV’nin bu yaklaşımını daha görünür, daha duyulur kıldım. Ben kelimelerin ve fikirlerin büyüsüne, bir kelime ve fikrin dünyayı değiştirebileceğine inanan biriyim. Doğru bir üslupla, doğru kelimeleri kullanarak, doğru yerlere odaklanarak ve bunu da tarafsız bir şekilde, merhametle yaptığınız zaman insanların kalbine ve ruhuna dokunuyorsunuz. Bu noktada ben Show TV’nin mevcut yayın politikasını bu yaklaşımla hissedilebilir kıldım.
Bugünkü gazetecilik yaklaşımınızın şekillenmesinde etkili olan isimler kimler oldu?
Bir kere ben acayip şanslı bir kadınım. Neden derseniz; 1999 yılında Koç Lisesi’ni bitirdim, Tarih-Sosyoloji çift ana dal yapmak üzere Koç Üniversitesi’ni kazandım ve sonra daha birinci sınıfta NTV’de staj yapma imkanı buldum. Eskiden sayıları daha çok olan gerçek gazeteciler sadece tarihe tanıklık yapmıyor aynı zamanda tarihin taslağını da yazıyor. Bir tarih öğrencisi için bundan daha büyük bir fırsat olamaz. O dönem NTV’de çok kıymetli isimler vardı. Cem Aydın yönetimindeki NTV’de Mithat Bereket, Ruşen Çakır, Ayşenur Arslan gibi efsane bir kadroyla çalıştım. Biz bu kadrodaki tecrübeli kimi isimlerin çıraklarıydık. Bırakın onların yanında habere çıkmak, onların getir götürünü yapmak bile bence müthiş bir ayrıcalıktı. Bir dönem ucundan da olsa Star’da Uğur Dündar’ın gazeteciliğini gözlemleyebildim. Mehmet Ali Birand’la da çalışma fırsatı buldum. Bu isimlerin her biri bir iz bıraktı. Kimi fikri takip konusunda bir şeyler öğretti, kimi hiç sorulmayanı sorma konusunda bir şeyler öğretti. Reha Muhtar da yakından tanıyıp sevdiğim isimlerden. Reha Muhtar, Show TV’nin ruhuna dair, izleyicinin ne istediğine dair bana çok şey öğretti. Herkes onu “acı var mı acı” replikleriyle hatırlar ama bence Reha Muhtar, Türkiye’nin ruhunu, sokaktaki adamın ruhunu ve hissiyatını sosyolojik açıdan iyi kavramış bir gazeteci. Kimi zaman “basit” diye azımsadığınız şey her şeydir ya aslında. Onu bence ete kemiğe büründürmüş bir televizyoncu Reha Muhtar. Yoksa vaktiyle reytinglerde Asmalı Konak gibi yapımları bile geçmesi mümkün olmazdı.
Gazeteciliğinizin ilk yıllarında çalıştığınız haber merkezlerini bir okul olarak da işlev gören çok güzel bir atmosfer olarak betimlediniz. Bugün böyle bir gazetecilik ortamı neden yok? Neden o yıllardaki kadar iyi gazeteciler çıkmıyor?
Artık araştırmacı gazetecilik yapmak, ekonomik kaygılardan tutun da eğitim meselesine, işsizliğe kadar bu denli hızlı akıp giden bir hayatta derinleşmek, irdelemek giderek az rastladığımız bir hal aldı. Bu fizikteki bileşik kaplar yasası gibi. Siz bir hukukçu olarak, bir öğretmen olarak, bir sağlıklı olarak veya bir medya mensubu olarak ne kadar derinleşebiliyorsunuz yaptığınız işte? Liyakat meselesi Türkiye’de üzerinde yeterince durulmayan bir hal aldı. Her zaman gücü elinde tutanlar kendi adamlarını kayırdılar. Bu yeni bir şey değil ama liyakat denen şeyi giderek daha hafife almaya başladık. Gazeteciliğin geldiği noktanın sebebi de bence bu.
Medyaya duyulan güven de giderek azalıyor. Bunun nedeni de bu liyakat eksikliği mi?
Hem öyle hem de bildiğiniz gibi Kuzey Kore “gerçek ötesi” olarak da Türkçeleştirilen “post-truth”un
ana vatanıdır diye makaleler var. Sonra bu anlayış önce Amerika’ya ardından dünyanın her yerine yayıldı. Bir yalanı kırk defa söylerseniz gerçek olur derlerdi. Şimdi gerçekten de dünya genelinde gerçeklerle yalanlar çok melezleşti. Özellikle de medyada. Amerika başta olmak üzere tüm dünya medyasında gerçekle yalanın birbirine girdiği bir dönemdeyiz. Doğru ve yanlışın bu kadar iç içe geçtiği bir ortamda insanlar da neye inanacağını şaşırır hale geldi. Ünlü İtalyan Fizikçi Enrico Fermi’ye bir gün öğrencileri yalakalık yapmak için bir formül bulup getiriyorlar ve Enrico Fermi formüle bakıp, “Bu doğru değil, bu yanlış bile değil” diyor. Bu hikayedeki gibi “yanlış bile olmayan” şeylerin önümüze bocalandığı bir medya dünyası var. Biz artık bir haberi ekrana getirene kadar akla karayı seçiyoruz çünkü haberi doğrulamak hiç kolay değil. Güven de ürkek bir kuş ve bir kere uçtu mu bir daha yakalamak mümkün değil. Medyaya karşı da bu güvensizlik var ki bu “post-truth” döneminin en acı sonuçlarından biri.
Gerçek ve doğrunun bu denli bulanık sınırlarda dolaştığı bir ortamda siz Show Haber’de yorumlarınızla izleyiciye yol gösteriyorsunuz. Yorumlarınız toplumun genelinin de takdirini kazanıyor. Haberleri böyle yorumlama düşüncesi nasıl çıktı ortaya?
Bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ediyorum çünkü bu benimle ilgili eksik bilinen şeylerden biri. Haberleri yorumlama durumu bir anda çıkmadı ortaya. Ben 2007 yılından 2009’un Ağustos’una kadar önce Cem Öğretir, ardından da Orkun Yazgan’la CNN Türk’te sabah haberlerini sundum. O süreçte zaten sabah haberini yorumlu olarak sunuyordum. O yorumları da “izahı olmayan şeylerin mizahı” olarak yapıyordum. Anne olduktan, bir kız evlat sahibi olduktan sonra da özellikle Türkiye’nin kadın meselesine olan duyarlılıkla da duygularımı da işin içine katarak o yorumları yapmaya başladım. Az önce söylediğim kelimelerin büyüsünü de kullanarak, sosyoloji ve tarih okumanın ve Show TV’nin toplumu anlama konusunda bana kattıklarıyla yapıyorum o yorumları. Show TV, Türk insanını tanıma konusunda bana çok büyük bir alan açtı. Çünkü sanılanın aksine ekonomi ve siyaset haberlerinden çok asayiş haberleri topluma dair daha çok şey anlatır. Çünkü suç da bazen ekonomik kaynaklıdır. Bazen bambaşka bir ahlaki çöküşle ilgilidir. Sonuçlara değil sebeplere baktığınızda görüyorsunuz bunları. “Erkekler yaşlanır, kadınlar değişir” diye bir laf vardır. Bu değişim içinde bende vicdan ve merhamet çok ön sıralara geçti. Daha önce de “izahı olmayan şeylerin mizahı”nı yapıyordum ama buna bir de empati eklendi. Bu da kızım Güneş’ten sonra oldu.
Yorumlar bir strateji mi yoksa “kendini tutmama, taşma” hali mi?
Bu bir kendimi tutmama, taşma hali! Ben hiçbir zaman ajandası olan biri olmadım. Mayaların bir inanışı vardır: “İçtiğiniz su tarafından içilirsiniz.” Ben akışta giden biriyim. O sebeple de bir ajandam hiç olmadı. Bildiğiniz gibi oyuncu ve komedyen olan Vladimir Zelenskiy, Ukrayna Devlet Başkanı oldu ve “Makamlarınıza benim resmimi asmayın. Ben bir idol değilim. Evlatlarınızın resmini asın ve bir karar vereceğiniz zaman çocuklarınızın gözünün içine bakarak o kararı verin” dedi. Mesele bu ki bu da o taşma halini getiren şey.
Kim Kardashian yorumunuz çok konuşuldu. Özellikle de kadın bedeni hassasiyeti üzerinden. Yine olsa yine aynı yorumu yapar mıydınız?
Yine olsa yine yaparım! Hatta Can Yücel gibi yaparım. Kibarca söyleyeyim “Bizde popoya popo denir…” İlk defa burada söyleyeceğim. Azerbaycan’da çocuklar uyurken saldırıya uğradıkları haberini görünce nefesim kesildi, o acıyı yüreğimde hissettim… Sosyal medyanın başına geçip beni Kim Kardashian yorumu için eleştirenlerden bir tanesi bile bu saldırıyı kınayacak mı diye baktım. Evet, üslubum eleştirilebilir ama beni avam olmakla suçlayanlar çocukların ve kadınların bel altı metotlarla katledildiği bu saldırıyı kınayabilirdi. Hem de bana ders olsun diye çok şık bir üslupla yapabilirlerdi. Bekledim, ama yok kimse bunu yapmadı. Oradaki dert Kim Kardashian’ın arkası değildi. Çünkü Kardashian zaten “Kardeşim benim asset’im benim popom, ben bu popoyu 21 milyon dolara sigortalattım, bu popo sayesinde milyon dolarlar kazanıyorum” diyor. Öyle bir popoyla görünebilmek için, onu insanların gözüne sokabilmek için 10 kilo silikon taşıyor o kadın. Ondan sonra bir milyon dolarlık yardım kampanyası başlatıyor. Sonra o bir milyon dolarla da silah alınıp Azerbaycan’daki birkaç aylık o çocuklar öldürülüyor. Hal böyleyken birileri çıkıp üslup tartışması yapıyor. Kaldı ki hiç mütevazi olmayacağım; o çıkışta orantısız bir zeka vardı. Beni bu konuda eleştirenlerin başka derdi vardır.
Bu konuda beni eleştiren Deniz Çakır geçen sene kadınlara “Yallah Arabistan’a” dedi. Adını bile söylemek istemediğim beni bu konuda eleştirenlerden biri de geçtiğimiz yıllarda evli bir adamı bir şekilde evlenmeye ikna etti, kanser tedavisi gören karısı da kahrından öldü. Bu isimler beni kadına şiddet ve cinsiyetçilikle suçladı. Ben bu insanlarla sabaha kadar feminizm konuşurum. Öncelikle feminizmin içini böyle boşaltmaya kimsenin hakkı yok. Feminizmi Emma Goldman okuyarak anlamaya çalışan birine “Sen Kardashian’ın arkası dediğin için feminist değilsin, kadın hakları savunucusu değilsin” diyemezler. İnsanlar sadece magazin dünyasındaki kadınlar şiddet gördüğü zaman tepki gösteriyor. Ben hiç bilinmeyen ve şiddete uğrayan bir sürü kadının hikayesini anlatıyorum bu ekranda. Anlatırken de onları anneleri gibi, kız kardeşleri gibi savunuyorum. Beni eleştirenler sokaktaki kadının hakkını savunurken nerede? Bu nasıl mide bulandırıcı bir ikiyüzlülük! Üzerine düşündükçe daha da sinirlendiğim bir konu bu. Ben özür dilemeyi çok iyi bilirim. Egomu çoktan öldürdüm. Ama bu özür dileyeceğim bir konu değil.
Fatih Portakal’ın gidişinden mutlu musunuz?
Bu konuda bir duygum yok. Çünkü Selçuk Tepeli’nin işini çok iyi yaptığını düşünüyorum. Fatih Portakal’ı da severim ve işini iyi yaptığını düşünüyordum ama Selçuk Tepeli de hiç fena değil. Ben Selçuk’u birebir de çok iyi tanırım ve ciddi bir entelektüel olduğunu, işini de çok iyi yaptığını düşünüyorum. Fatih Portakal da “Doğanın ritmi ve toprağın ritmi” dedi… Adamcağız daha ne desin. Metal yorgunluğu her işte oluyor. Her ne olursa olsun bir alanda aşkınızı kaybettiğinizde artık onu yapmanın bir anlamı kalmıyor. Anladığım kadarıyla o da aşkını kaybetti ve toprağın ritmine bıraktı kendini. Benim için ne diyorsa gerçek odur… Altında başka bir şey olup olmadığını kurcalamıyorum. Kuvvetli ve itibarı yüksek rakiplerin olmasını çok önemsiyorum. Selçuk Tepeli de bence en az Fatih Portakal kadar iddialı. İyi ki böyle bir rakibim var çünkü beni okumaya daha entelektüel, daha bilgiye aç bir insan olmaya zorluyor. İyi rakip ve eleştiri beni daha iyi yapan unsurlar. Kendimden daha iyi ve bilge bir Ece çıkarmayacaksam niye yaşıyorum ki bu hayatta.
Bir rakip de evde var… Kanal D Ana Haber’in spikeri, eşiniz Deniz Bayramoğlu. Rekabet eve taşınıyor mu?
Evet bir rakip de evde var… Tabii ki tatlı espriler yapıyoruz ama işteki denklemi hiç eve soktuğumuz olmadı. Bizim 4 yaşında bir kızımız var. Şaman’a sormuşlar “Zehir nedir?” diye, “Fazla olan her şey zehirdir” demiş. Fazla ego, fazla iş, fazla hırs, fazla rekabet eve zehir olarak döner ve o zehir de 4 yaşındaki kızın bünyesini etkiler. Biz Deniz’le çok iyi iki arkadaşız. Bu konuda da yazılı olmayan bir fikir birliğimiz var. Başımıza ne gelirse gelsin evin ritmini bozmayacağız.
Son soru: Patrondan hiç telefon aldınız mı?
Sadece tebrik telefonu aldım şimdiye kadar. Sağ olsunlar bu güne kadar Didem Ciner, Turgay Ciner ve Kenan Tekdağ bana destek olmak dışında hiçbir şey yapmadılar. Sadece ve sadece desteklerini, güçlerini ve sevgilerini arkamda hissetim. Özellikle böyle bir dönemde bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum.