Sanatın koruyucuları
“Sanat; düşünebilen, gerçeği görebilen, toplumu anlayabilen insanların işidir” diyor Tolstoy. Toplumu anlayabilen markalarsa sanatı festivallerden salonlara, sokaktan sosyal medyaya dek her alanda destekliyor ve “koruyor”. Daha iyi bir dünya hayali renklerden, notalardan, kelimelerden ve sahne ışığından bağımsız kurgulanmaz elbette. Sanata verdikleri destekle hem bugünü hem de yarınları güzelleştiren “Sanatın Koruyucuları”nı FM Halkla İlişkiler, İçerik ve İletişim Danışmanlık Kurucu Ortağı Fülay Yaşa Keskin ile birlikte mercek altına alırken bu alanda yıllara yayılmış projelere de ışık tuttuk…
İnsana dair ilk izleri görüyoruz on binlerce yıl önce çizilen duvar resimlerinde, bugün bir Refik Anadol eserindeyse belki yarınları… Geçmişten bugüne sanatın; birleştiren, iyileştiren, insana kendi içinde yeni dünyalar keşfettiren ve hatta üzerinde yaşadığı dünyayı anlamlı kılan haliyle karşılaşıyoruz.
İnsana tanıklık eden, ona ayna tutan, birbirinden farklı biçimleriyle yepyeni evrenler sunan sanatla olan ilişkimizde sanatın varlığına destek olanların payı kuşkusuz yadsınamaz derecede büyük. Şehrimize gelen bir Dali eserinde de bunu görmek mümkün, yıl boyu merakla beklenen film festivallerinde de… Ara Güler’in fotoğraflarını yarınlara taşımak için kurulmuş bir müze de çağdaş sanatın en büyük destekçilerinden olan İstanbul Bienali de sanatın sürdürülebilirliği açısından kıymetli taşları üst üste koyuyor sanat tarihimizde.
Söz konusu sanatın koruyucuları olduğunda ülkemizde elini en çok taşın altına koyan oyuncular finans sektöründen geliyor ve onları holdingler takip ediyor. “Sanatın erişilebilirliği” ve sürdürülebilirliği adına yıllara yayılmış olan projeleriyle nice hayata dokunarak yarının sanatçılarına da bugünden ilham veriyorlar. Öyleyse gelin sanata önce sürdürülebilirlik perspektifiyle yeniden bakalım, ardından da bu topraklarda sanatı yaşatan sanatın koruyucularını ve onların projelerini anımsayalım…
Sanat ve sürdürülebilirlik
Koruyucular serisi daha iyi bir dünya hayalini destekleyen ve sürdürülebilirlik perspektifiyle aksiyon alan markaları daha görünür kılarak desteklemeyi hedefliyor en başından beri. Söz konusu sanat olduğunda ise sürdürülebilirlik kavramıyla sanatın görünenden daha derin bir bağ içinde olduğu dikkat çekiyor.
Mesele yarınlara kalıcı faydalar yaratmak olduğunda bunu sanattan daha iyi bir yolla yapmak mümkün mü? Sürdürülebilirlik yaklaşımı işte sanatı tam da bu noktada yakalıyor. İlk insanların duvarlara çizdiği sembollerden mısır piramitlerine, Michelangelo’nun Sistina Şapeli’ne kattığı renklerden Vivaldi’nin Dört Mevsimi’ne tüm bu eserler sürdürülebilirlik kavramı henüz dillere pelesenk olmamışken yarınlara kalmayı başararak sürdürülebilirlik kavramına da öncülük ediyorlar aslında… Söz Sistina Şapeli’ne gelmişken Rönesanstan ve sanatın finanse edilmesinden belki biraz daha söz etmekte fayda var.
Dünyanın en ünlü tablo ve heykellerinin büyük kısmı Avrupa’nın Rönesans döneminde yani 1400 ile 1600 yılları arasında üretilmişti. Sanat tarihi için adeta kırılma dönemi sayılabilecek bu dönemde sanat eserlerinin pek çoğu da sipariş üzerine üretiliyordu. Erken Rönesans döneminde bu sistemden genelde kiliseler faydalandı. Bugün halen büyüleyici etkisini koruyan Sistina Şapeli’nin tavanı ise yine sipariş üzerine Michelangelo tarafından resimlendirilimişti. Tavanda yer alan eserlerden biri olan “Adem’in Yaratılışı” elbette gücünü Michelangelo’nun eşsiz yeteneğinden alıyor ancak onun sergilenmesi için zemin oluşturanların da sanata ve Michelangelo eserlerinin yarınlara kalmasına olan desteği göz ardı edilemez…
Bu noktadan baktığımızda günümüzde sanatın sergilenmesi için platform oluşturan sanatın koruyucuları da sanatın sürdürülebilirliği anlamında eşsiz bir değer yaratmıyor mu?
Sürdürülebilirliğin “sanat” aracılığıyla daha geniş kitlelere ulaşması…
Sürdürülebilirlik kavramı ve sanatın kesiştiği bir başka nokta ise kitlesel iletişimde sanatın gücünden geliyor. Daha iyi bir dünya hayaline ortak olan sanatçılar kendi eserlerine sürdürülebilirlik temasını dahil ettiğinde hem bugünümüz hem de geleceğimiz için çok değerli bir yaklaşım ortaya çıkıyor.
İklim değişikliği başta olmak üzere, sosyal ve ekonomik adaletsizlikler gibi toplumsal sorunlara işaret eden sanat eserleri tam da bu noktada sürdürülebilirliğe sundukları katma değerle fark yaratıyor.
Sanatta sürdürülebilirlik dendiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Macaristan asıllı dünyaca ünlü kavramsal sanatçı Agnes Denes 1982 yılında gerçekleştirdiği Wheatfield – A Confrontation performansında Manhattan’da yer alan bir çöp sahasını, iki dönümlük bir buğday tarlası haline getirmişti.
Andy Goldsworthy ise 20. yüzyılın en önemli arazi sanatçılarından biri. Doğanın insanlığa sunduklarını malzeme olarak kullanan ve çevreye zarar vermeden yaptığı geçici eserleriyle tanınan Goldsworthy, insan ve doğa arasındaki ilişkiye dair derinlikli bir bakış açısı sunuyor.
Sürdürülebilirlikle sanatı birleştiren ileri dönüşüm sanatçısı Deniz Sağdıç’ı da bu başlıkta anmamak olmaz elbette… Atıklardan elde ettiği materyalleri geri dönüşüm ve ileri dönüşüm teknikleri kullanarak sürdürülebilir bir şekilde sanata dönüştüren Sağdıç, bireyin tüketim alışkanlıklarını yeniden sorgulamasına sanat aracılığıyla öncülük ederken, kişi ve kurumlara “sürdürülebilirlik’’ konusunda ilham veriyor.
Sanatı yaşatan markalar’ı incelemek için TIKLAYIN!