Çalışan markası olmak…
Çalışanlara sadece yasalar çerçevesindeki haklarını verip, onlardan aldıkları ücret karşılığında katkı bekleyen şirketler sıradan şirketlerdir. Sıradan şirketler, rekabet avantajı yakalayamazlar; sıradan şirketler marka yaratamazlar. Bir şirket eğer gerçekten fark yaratmak istiyorsa, sıradanlıktan çıkmalı ve çalışanlarıyla gerçek bağlar kurmanın yollarını aramalı.
Bir şirketin müşterileri mi yoksa çalışanları mı daha değerlidir?
Bu soruya şirket yöneticilerin neredeyse tamamı, “Her ikisi de çok değerli” diye cevap verseler de çalışanlarına gerçekten değer veren şirket sayısı çok az.
Oysa içinde yaşadığımız yaratıcı ekonomide, çalışanların gönüllü katkılarını alabilmek, onları şirkete bağlayabilmek, şirketlerin en önemli konularından biri oldu. İş hayatının gündeminde “çalışan markası” kavramının yükselmesi, bir tesadüf değil. Şirketler, yaratıcı yeteneklere daha fazla ihtiyaç duydukça bu konunun önemi her geçen gün artıyor.
Çalışan markası kavramıyla “iç iletişim” ya da “iç markalama” kavramları da birbirinden farklı kavramlar. Bir markanın konumlandırmasını ve vaadini çalışanlarına aktarmasına “iç iletişim” ya da “iç markalama” denir. Burada amaç, tüketiciler için yapılan marka faaliyetlerini çalışanlara aktarmak ve onları dışarıya yapılan iletişimden haberdar etmektir. Çalışan markası kavramı ise iç iletişim çabalarından çok daha fazlasını ifade eder.
Çalışanları gönüllü savunucu yapmak…
Çalışan markası olmak için, bir şirketin “varoluş nedenini”, “dünya görüşünü”, “felsefesini”, “rakiplerinden farkını”, “amacını” ve “hedefini” çalışanlarına anlatması, onları ikna etmesi, onların gönüllü katılımını alması ve şirketin savunucuları olmalarını sağlaması gerekir. Çalışan markası olmak, çalışanına gerçekten değer vermekle, onların gelişimlerine imkan sağlamakla ve yaptıkları işte anlam bulacakları bir ortam yaratmakla mümkün olur.
Eğer çalışanlar, şirketin kendilerini müşteriler kadar önemsediğini hissetmiyorlarsa şirketle içten bağ kuramaz, şirketin amacını ve hedefini benimsemez; mar kanın hayranı ve doğal savunucusu olmazlar. Çalışanların sahiplenmediği bir şirketi müşteriler ya da tüketiciler hiç sahiplenmez.
Bugün büyük şirketlerin hemen hepsi, çalışan memnuniyetini ölçmek için araştırmalar yaptırıyor. Fakat şirketler, bu araştırmalarda çalışanların gerçek beklentilerinden çok çalışma hayatının yüzeysel konularını sorguluyor. Fiziki koşullar, ücretler, yetki ve sorumluluklar hakkında çalışanların ne düşündüklerini araştırıyor ama çalışanların iş ortamında gerçekten bir anlam bulup bulmadıklarını, kendilerini şirkette değerli hissedip hissetmediklerini merak etmiyorlar.
Halbuki çalışanların birinci talebi şirketin kendilerini insan yerine koyması ve kendilerini çalıştıkları ortamda değerli hissedip yaptıkları işte bir anlam bulmalarıdır.
Çalışanlarının sevdiği, hayranlık ve bağlılık duyduğu, parçası olmaktan gurur duydukları bir şirket olmak için şirketin “bütünsel” bir yönetim anlayışına sahip olması gerekir. Bir şirketin sadece müşteriler ve tüketiciler nezdinde güçlü olup, çalışanına değer vermeden yoluna devam etmesi sürdürülebilir bir durum değil.
Çalışana “şirinlik” yapmak yetmez
Çalışanlara sadece yasalar çerçevesindeki haklarını verip, onlardan aldıkları ücret karşılığında katkı bekleyen şirketler sıradan şirketlerdir. Sıradan şirketler, rekabet avantajı yakalayamazlar; sıradan şirketler marka yaratamazlar. Bir şirket eğer gerçekten fark yaratmak istiyorsa, sıradanlıktan çıkmalı ve çalışanlarıyla gerçek bağlar kurmanın yollarını aramalı.
Fakat çalışanlarla bağ kurmak, onlara sürpriz doğum günü partileri düzenleyip “şirinlik” yapmak değildir. Çalışan markası olmak için çalışanları pikniğe götürmek, futbol turnuvaları ya da eğlenceli geceler düzenlemek de yetmez. Bütün bunların hepsini yapıp çalışanlarıyla hiç bağ kuramayan şirketlerin sayısı çok fazla.
Çalışanların şirket değerlerini benimsemeleri ve şirketi sahiplenmeleri ancak şirketin çalışanlarına saygı duyması, çalışanlarına değer vermesi, onların gelişimine katkı yapmasıyla mümkün olur.
Gerçek bir marka yaratmak için, o markanın karakterini ve değerlerini bütün çalışanların anlaması, benimsemesi ve bunları savunması gerekir. Çalışan markası olmak isteyen şirketlerin bu konuyu, marka konumlandırması kadar önemsemeleri ve gereğini yapmaları gerekir. Bunu başarmak için şirketlerin kaynaklarını bu konuya ayırmaları, faaliyetlerini buna göre planlamaları ve çalışan markası konusunu en üst düzeyde ele almaları gerekir.
Demokratik yönetim şart değil
Çalışan markası olmak için şirkette, kıdem ve pozisyonu ne olursa olsun herkesin kararlara katkı yapmasının yolunun açılması ve liderin bu ortamı oluşturacak irade göstermesi gerekir. Çalışanların görüşlerinin dikkate alınması, kendi seslerini duyurmaları son derece önemli bir konudur. Bir çalışanın kendi sözünün dikkate alındığını bilmesi -dediği yapılmasa bile- kendisine değer verildiğinin en önemli göstergesidir. Üstelik çalışanların seslerini duyurmaları, sözlerinin dikkate alınması demek, işyerinin demokrasiyle yönetilmesi demek değil. Çalışan markası olmak için bir işyerinin demokrasiyle yönetilmesi gerekmez; ama çalışan markası olmak için çalışanın katılımını almak şart. Yaratıcı ekonominin her geçen gün daha da geniş bir yer kapladığı bu dönemde çalışanların katkısını almayan şirketlerin yetenekli insanları ellerinde tutması mümkün değil.
Bütün bunların yanı sıra, çalışan markası olmak için, şirketlerin çalışma ortamında insanların birbirleriyle iyi insani ilişkiler kurmasına imkan vermesi gerekir. Unutmamak gerekir ki insanlar sadece para için değil, aslında en çok yaptıkları işte bir anlam bulmak için çalışırlar. Bu anlamı buldukları işlere dört elle sarılıp, çalıştıkları şirketlerin gönüllü elçileri olurlar.
Yaratıcı ekonomi döneminde şirketlerin çalışanların gönüllü katkılarını almaları ve bunu gerçekleştirmek için de çalışan markası olma yolunda çaba göstermeleri gerekiyor.