Salaklığa övgü
Eskiden televizyon tekti ve iki renkti. Daha da öncesinde, TRT radyomuzdaki tek sesti.
Dünya daha küresel köy olmamış, Rusya dağılmamış, Berlin duvarı yıkılmamıştı.
Akıl ve bilginin değer kazandığı zamanlardı.
Salaklığa övgü, prim yapmazdı.
Bülend Özveren televizyonda, Orhan Boran ve Yuki radyoda, yarışma programına katılan yarışmacılara en zor soruları sorardı.
Bir de Çetin Çeki vardı.
Doğa Bey gibi ağlatmaz, Mehmet Ali Erbil gibi yalvartmazdı.
Soruyu sorar, cevabına bakardı.
O zamanlar cehalet bu günkü kadar normal ve sıradan karşılanmazdı.
O zaman Digitürk, bol kanal, kablo tv ve internet yoktu.
Gazeteler bu kadar çok ve bol renkli basılmazdı.
Bir kitabı bulmak, bir kasete sahip olmak, bir kasetçalara ortak olmak hayaldi.
Televizyonlar ve devlet, uzaktan kumanda edilmezdi ve komşularla her zaman yakın temas vardı.
Belki yağ kuyrukları vardı ama, karı koca ayrı odalardan birbirleriyle internette bir bardak çay için çet yapmazdı.
O zamanki yarışmalarda “giyotin nedir?” sorusuna, “hayvanlarda bulunan insanlar için çok yararlı bir organ” cevabı alınmazdı.
Soruyu soran ve hazırlayan, insan zekasına hakaret etmez ve hafife almazdı.
Ama insan zekası da bu günkü gibi dibe vurmuş halde kültürden uzaklaşmazdı.
O zamanların gençleri belki Plates yapmazdı.
Belki Yoga’dan haberi yoktu ve Paris Hilton’un don rengine aldırmazdı. Belki tek kanallı televizyonda “Kaçak” Dr. Kimbıl’ın kaçışını izlerken heyecanlanırdı ama şimdikilerin “Prison Break” seyrederken aldıkları hazzın fazlasını alırdı.
Ve bir hafta sonra yayınlanacak dizinin son sahnesi akıllarında kalırdı.
Çünkü onların akıllarını verecek çok az şeyleri vardı.
O zamanın bilgi havuzunda yüzmeyen, ama bilgi çeşmesinden damlayan her zerreyi hatmeden insanları, bir çırpıda dünyanın bütün nehirlerini sayardı. Yabancı tütün bakkallarda bulunmazdı, ama o zamanın insanı, bu zamanınki gibi Pizza Kulesi’ni Paris’te sanmazdı. Hoş, o zamanın yarışmalarında dalga geçer gibi “Pizza Kulesi ne tarafa eğiktir?” sorusu sorulmaz, karşılığında da “Pizza Kulesi Paris’tedir ve
kapısından girdiğinde sağa yatıktır” cevabı alınmazdı.
O zamanlar bilgi ve kültürün bir değeri vardı.
O zamanlar, şimdiki gibi “yemekteyiz”, “uçmaktayız”, “zıplamaktayız”, “konmaktayız” başlıkları altında “Ah Be Güzelim” diye insanlar salak yerine konmaz ve salaklık şöhretin ilk şartı olmazdı.
Kaç kere ölürsen…
Öldüm zannedersin de ölmezsin… Veya kaç kere ölürsen bir fazla doğarsın…
Bir daha ölmek için…
Kaç defa yenilirsen bir fazla yenersin sonraki yenilgine neden olacak savaşa gözü kapalı girmen için…
Ve gizlersin öldüğünü herkesten… Yaşam boyu peşinden koştuklarının bir anlamı olmadığını ya yakaladığında, veya yakalayamadığında fark edersin… Koştuğun sürece bilemezsin…
Ve her gün başka bir hiç için ölürsün… Başka bir gün için…
Başka hayaller süsler düşlerini en çok da yakaladıklarından başka…
Ve ölmeyi de seversin…
Ölmek yeniden doğuş demektir senin için…
Bedenin tazelenir her doğuşunda, veya sana öyle gelir…
Ama ruhunda ölümlerin izleri, gözlerinde hüzün…
Dudaklarında hep bir hazır “elveda” gizlenir…