Yusuf Akın yazdı: “Eski sabahlığım için pişmanlık”
“Neden saklamadım onu sanki? O bana alışmıştı, ben de ona…” diye hayıflanıyor Dennis Diderot. 1765’te Rus İmparotoriçesi Catherine’nin maddi sıkıntıdaki Diderot’un kütüphanesini satın alması ve sonra yine filozafa bağışlaması, bunun yanında rahatça üretebilmesi için 25 senelik maaşını peşin ödemesiyle başlıyor hikaye. Diderot önce kırmızı, şık bir sabahlık alır ve sonra sabahlığının letafetine uyması için yavaş yavaş eskimiş eşyalarını değiştirmeye başlar. Domino etkisiyle değişim, bir alışveriş girdabına döner. Bugünün tüketim çılgınlığına dair anlamlı bir anektod olduğunu düşündüğümden, küçük bir kısmını alıntılayarak başlamak istedim yazıma.
Hızdan haz almaya çok alışmıştık. Hızlı, daha hızlı, çok daha hızlı bir yarış içindeydik. Bu amansız hızdaki yarışta farksızlık halinin sağlanabildiği tek özellik “hızlı olma gayreti”. Bildiğimiz tek şey; hayatta kalmak için hızlı olmalıyız. Artık büyük balık, küçük balığı değil hızlı balık, yavaş balığı yutuyordu çünkü. Herşeyin hızlandığı bir düzende -rekabet şartlarının yarışı daha da acımasız hale getirmesini de eklersek- hep bir ağızdan: “yavaş kalanın canı çıksın” diyelim en azından koşmaya başlamadan önce.
Bu kontrolsüz ve sonsuz devinimin doğurduğu limitsiz üretimi, normal tüketim davranışı normlarıyla tüketebilmemiz mümkün değildi. O zaman başlasın “tüketim çılgınlığı”.. Salt alışveriş eylemiyle sınırlı bir halden bahsetmiyorum. Her alandaki hızlı tüketimi kastediyorum. Günümüz insanının en belirgin ortak özelliklerinden bir diğeriydi belki de “tüketme şehveti”.
Günümüz insanının her alanda karakteri olmaya başlayan hızlı tüketim ve hızlı yaşam, sosyal bir varlık olan insanın beşeri ilişkilerinde de hayat bulmasıyla, sistem hata vermeye başladı. Tüketimi, üretimin başlangıç noktası olarak ele alırsak; daha çok tükettikçe daha çok üreten, sonra ürettiklerine yetişebilmek için daha çok, daha hızlı tüketen insanın acınası hali. Ve bu kısır döngü belli bir süre sonra deyim yerindeyse bir otofajiyi başlatıyor. Maslow’un piramidini emin adımlarla çıkmış ama iç yolculuğunda, bodrum katında dolanan günümüz insanı.
Özlenenler…
Tarihte pek görülmediği kadar eşitlenen şartlar altında yaşadığımız pandemi dönemindeki toplumun neleri özlediğini, hasretlerini, pişmanlıklarını gözlemlemek için 24-26 Nisan 2020 tarihleri arasında 1806 kişiyle görüşerek “özlenenler” başlığıyla bir araştırma gerçekleştirdik. Yeni normale dair kehanetlerin havada çarpıştığı bir dönemde, peki toplum gelecekle ilgili ne düşünüyordu? Farklı perpektiflerle ele aldığımız çalışmamızda, tüketici veya seçmen olarak defalarca sorularımızı yanıtlayan katılımcılarımızın bu sefer “sadece insan” yönünü göstererek cevap verdiğini gördük.
“Hayatın hızlı koşuşturmacasında o kadar hızlı tüketmişiz ki her şeyimizi, o kadar az bilmişiz ki elimizdekinin kıymetini, şu pandemi bir bitsin aileme, sevdiklerime, sağlığıma çok daha fazla değer vereceğim.” diyor katılımcılar. Maddi planlamaları, sonu gelmez hedefleri değil temel insani ihtiyaçları, hazları gördük bu araştırmamızın raporunda. “Farz edelim ki pandemi dönemi başlamadı, eski zamandaki halinize ne söylemek istersiniz?” sorusuna “Sağlığına dikkat et!”, “sabah erken uyanıp işe gitmenin kıymetini bil! ve “gezmeye üşendiğin yerleri git, gör” cevaplarını aldık. Pazartesi sendromu falan kalmamış anlayacağınız. En çok özlediğim “Sevdiklerime sarılıp, kucaklaşmak”, ilk olarak yapmak istediğim “aile-akraba ziyareti”, hayatımda yapmak istediğim değişiklik “sağlıklı yaşamaya özen göstermek” diyor katılımcılarımız. Diğer sorularımıza aldığımız hiçbir cevapta da çılgınca bir tüketim eylemi/talebi yoktu bilakis hoyratça tükettiklerimizin değerinin anlaşılması durumu vardı.
Stressiz pazarlama
Tabii bu veriler sadece bizde yok. İşte markalar da, öz haline biraz daha dönen insana dokunabilmek için form değiştiriyor, kabuk yeniliyor. İnsanın; acı ve özlem yoğun duygu haline “bence, kendini düşündüğünden” markalar, iletişim dilini daha “yumuşak” bir tonla revize ederek eşlik ediyor. E tabii ki; insanın, yüzyılın dramını yaşadığı bir dönemde, markalar buna umarsız kalmamalıydı. Ama biz bizi biliriz; pandemi yola gelince, mevsim yaza dönünce, ne tüketiciler ne markalar böyle durmaz. İntikam satın almalarının hazzını, tek başına tüketiciye bırakmaz markalar. Ve o günkü rekabet baskısında markalar; “stressiz pazarlama”yı daha az konuşur olur.
Pandemiyle girdiğimiz öngörülemezlik tünelinde, bir de depreme yakalandık. Stres ve endişeyle yönünü bulmaya çalışan toplumun geleceğe dair düşüncelerini yansıtan birkaç veri daha paylaşmak istiyorum: 12-14 Ekim 2020’de 1011 katılımcının; yüzde 64,8’i “Koronavirüs vakalarının artış seyri sizce nasıl olacak?” sorumuza “giderek artacak” cevabını verirken, “sizce pandemi ne zaman sona erer?” sorumuza yüzde 90,6 uzak bir tarihi işaret eden seçeneklerimizle cevap verdi. Depremle ilgiliyse; 27 Eylül 2019’da (İstanbul Depremi sonrası) 1603 katılımcı ile gerçekleşen araştırmamızda “bu depremin ardından daha büyük ve yıkıcı bir deprem olacağını bekliyor musunuz? sorusuna yüzde 83,1 “evet” derken, aynı soruya 3-5 Kasım 2020 tarihinde 1100 İzmirli’nin katıldığı araştırmamızda yüzde 62,1 oranında “evet” cevabını aldık. Peki bu verileri neden paylaştım? İnsanların bu yoğun stresi yaşadığı dönemde, “stressiz pazarlama”nın kaçınılmaz olduğunu ifade etmek için. İnsanlığın dramı gerçektir, markaların tutumu ise durumsaldır, geçicidir. Tüketiciler bu haldeyken, markaların dansa devam etmesi kıyamet alametidir ve güzel yarınlarda tüketici canlanırken, markaların stressiz pazarlamaya devam etmesi, zaten kıyamet koptu demektir. Dolayısıyla; markaların, tüketici iletişiminde günün koşullarına uygun davranmaları sahici olmasa da gerçektir. Olması gerekendir.
Yarın…
Bugünler bitecek, atlatacağız tüm sıkıntıları. Kendiyle baş başa kalan/kalabilen insanın iç aydınlanması, yarın spotların altında da devam ederse değişebilir yer kürede bişeyler.. Umarım; özlenenler araştırmamızda gördüğümüz, kendine uyanmış insan, kapamaz gözlerini… Ve umarım; bu farkındalık, bu iç yürüyüşümüz, bu empati hali olabildiğince uzun sürer ve biz salt içimizdeki insanı besler, geliştirmeye gayret ederiz. Yoksa; bir tek o sabahlığı değiştirmeyle başlıyor herşey..