Anlatılan 50 yıllık bir kariyer öyküsü mü? Eğer öyle kabul edersek hem anlatana hem de bu yolculukta birlikte yürüyenlere haksızlık ederiz. Çünkü Ahmet Pura bir yandan tek başınadır bir yandan da birlikten doğan gücün vücut bulmuş hâlidir. Eminiz ki “dile kolay” diye başlayan çoklu yıllar kendisinde daha dün gibidir…
Bu söyleşiyi kaleme alırken sadece anlatılanları aktarmak, soruyu sorana da haksızlık diye düşündürüyor. Öyle ya, bazen kifayetsiz kalıyor kelimeler; soru da cevap da gidip değmiyor değmesi gerekene. 30 yıla yaklaşan sektör mesaimiz kelimelerin maksadı yakalaması için sorumluluk yüklüyor. Velhasıl okuyacağınız çokça kendi anlatısı ama bir o kadar da birlikte yaşanmışlıklar… 50 yılı sorulara sığdırmak zor, ne kadarı kayıtlara geçer, üstünde düşünmek gerek. Sanırım aslında biz sorular sormadık, olup biteni, hali hazırda olageleni hatırladık, hatırlattık. Bir kendini adama ve ortaya koyuş öyküsü bu okuyacağınız. Kime, neye, neden adanmışlık sorularının yanıtını elbette kendi anlatımından alacağız ama bize göre Ahmet Pura, kendisinin de içinde övünçle yer almayı istediği sektör için kabullere meydan okuyan bir görev adamı. Buyurunuz, okuyunuz, işte burada…
Pazarlama ve iletişim sektörüne 50 yıldır emek veriyorsunuz… Önce bu yıllara dönüp bakalım ve siz, bize aklınızda yer edinenleri anlatsanız…
Sanıyorum bu sorunun en belirgin yanıtı somut bir kavramdan öte güçlü bir duygu. Ben bunu “sevda” olarak tanımladım. 73 yılında, yani 50 yıl önce çalışmaya ilk başladığımda hayatımızda manyetolu telefonlar vardı. Bugün ise yapay zekâ diye bir yere geldik. Bunca değişimi bu şiddette yaşamak, kabul edersiniz ki “sevda” dediğim şey olmasa bir beden için, bir ruh için çok da kolay değil. Bu 50 yılın heyecanını yüksek tutan; markalar, şirketler, paydaşlar ve çalışma arkadaşlarımızla bir bütün olabilmekti. Özellikle pazarlama ve iletişimdeki 50 yılımın aynı sektörde (FMCG) geçmiş olması da bir tutku göstergesi.
“Sevda” bütüncül olarak baktığımızda taşınamayacak kadar güçlü bir tanım. Sizinkini tanımlarsak!
Ayrıştırmak pek kolay değil ama başarıya mı, sektöre katkıda bulunmaya mı bu sevda, yoksa ikisi nin birleşimi mi bilemiyorum. Yaşamım boyunca illaki başarılı olmalıyım diye çalışmadım ancak ana güdüm işin başarılı olmasıydı. Sorumluluk duygusu, benden bekleneni yerine getirme çabasıydı. İş yapış biçimimi ve yönetim anlayışımı tanımlarsam çok detaycı olduğumu, detaylardan başlayarak mükemmeli aradığımı söyleyebilirim. Detaylardaki dikkat başarıyı getiriyor. Sevda pek çok kaynaktan beslenebilir ama benim için işin özünde insan sevdası var. Düne, manyetolu telefonun olduğu döneme ve bugün yapay zekanın bizi getirdiği yere baktığımda görünen manzarada, her ne kadar uçurumlar kadar farklı olsa da ortak noktalarının “insana dokunuş” olduğunu görüyorum. Bu gerçeği kabul etmeliyiz.
50 sene boyunca her türlü aksiliği dışarda bırakarak ofise mutlu girdim. Huzursuzluğu dışarıda bıraktım çünkü huzuru ve sevdayı o insan dokunuşunda buldum. Üstlendiğim yönetim rolleri uyum ve huzuru sağlamayı gerektiriyordu. Asıl niyet iş yerini keyifle çalışılan bir yere dönüştürmekti, elbette iş disiplinini de sağlayarak. Yönetimde inancım odur ki, “Disiplinsiz demokrasi olmaz!” Benimkisi gülümseyen disiplin. Disiplin yoksa başarı da yok.
Bir de şeffaflıktan yanayım. Sevdada gizli kapaklı işler veya yalanlar olmaz. Açık sözlü, dürüst, net olmak şarttır. Söylemem gerekenleri söylemekten çekinmem ama söylediğim ne kadar sert olursa olsun söyleme biçimim ve tonalitemle söylemi dengelerim. Mutlaka söylenmesi gerekenleri sakınmam, bunu sorumluluk olarak görürüm. Doğrudancıyımdır, söylemi kendi odağından uzaklaştırmam, inanmadığım yollara sapmam. 50 yıl boyunca kalbimin ve aklımın ortak pusulası bana her zaman gerçeği, doğruyu, hakkaniyeti gösterdi.
“Üstlendiğim yönetim rolleri uyum ve huzuru sağlamayı gerektiriyordu. Asıl niyet iş yerini keyifle çalışılan bir yere dönüştürmekti, elbette iş disiplinini de sağlayarak. Yönetimde inancım odur ki, ‘Disiplinsiz demokrasi olmaz!’ Benimkisi gülümseyen disiplin. Disiplin yoksa başarı da yok.”
Sanıyorum bu biraz da yaşama sevdalı olmakla ilgili. İçinde insan var, başarı var, doğa var, toplum var… Ben karakterinizi bir miktar kendiminkine de benzetiyorum. Hiçbir şeyin çok fazla önemi yok ama her şeyin de önemi var… Hırslar var ama bireysel değil, kollektif başarı önceliğiniz.
Bana bu bakış açısından kendinizi tanımlayın derseniz, “Ben Ahmet Pura’ya dokunan herkesin bir toplamıyım,” yanıtını veririm çünkü herkesten bir parça taşıyorum. İyisinden de kötüsünden de çokça yaşanmışlıklarım var. Bir gün size, “Beni ben yapan çalışma arkadaşlarımdır,” demiştim. Siz de bana, “O arkadaşları kim seçti?” diye sormuştunuz. Doğru, bana dokunanları, beni tamamlayanları kendim seçtim diyebilirim. Ben onların yansımasıyım.
Gelelim o zor soruya: Kimdir Ahmet Pura?
Disiplinsiz demokrasi olmaz düşüncesiyle “gülümseyen disiplin” diyen, işini çılgınca severek yapan, önce insan diyen, vefayla ve sevdayla bağlı olduğu markasıyla yaşayan bir garip FMCG seyyahıdır Ahmet Pura… Yol açan, destek veren, cesaretlendiren, karar verme yetisini güçlendirecek ortamı yaratan güzel ve örnek insanların görünen yüzüdür Ahmet Pura…
Size sorunca kolay ama muhataplarınıza sorunca yanıtı pek de kolay olmayan bir karakteri mesleğinin 50. yılında anlatan bir kitap hazırlığında olunduğu bilgisini aldık. Heyecan verici olmalı.
Kitap yazma düşüncesi beni hep endişelendirdi. Çünkü, birincisi “Ahmet Pura’nın haddi değildir kitap yazmak” dedim. İkincisi, bugüne değin hep “biz” demişken “ben, ben” diyerek bir kitap yazamazdı Ahmet Pura. Dolayısıyla bu kitap işi beni biraz düşündürüyordu ama diğer yandan da öğrendiklerimi paylaşmak istiyordum. Tıpkı bu söyleşide yaptığımız gibi. Böylece her zamanki yaklaşımıma sarıldım: Bir problemle karşılaştığımda önceliğim bunun nasıl çözüleceğinden ziyade bu problemi kimlerle çözeceğim oluyor. Bu kitap çalışması da mükemmel bir ekiple yapılıyor. Yani içim rahat. 50 yılın MR’ı çekiliyor fakat süreci ben yönetmiyorum, sadece sorulara cevap veriyorum, bildiklerimi paylaşıyorum. Onun dışında çok fazla devrede değilim.
Geride durmayı seven bir tarzım var. Sahnelerde pek bulunmayışım, fotoğraflarda pek görünmeyişim bundan dolayı. Kitap kararımızın ardındaki gelgitler de bu gerekçeden. Yine de mademki işime ve insanlara sevdayla bağlı olmaktan bahsediyorum, paylaşmak da sevdaya dâhildir diyerek yola koyulduk.
Uzun yıllardır birbirinden beslenen dostluğumuza dayanarak kişisel bir yorumda bulunmak isterim: Ahmet Pura’yı görmezsiniz, Ahmet Pura’yı hissedersiniz…
İşte bu kadar…
Ahmet Pura karar veren bir adam. 15 Ekim 1973’te çalışmaya başladığı günden bu yana Ahmet Pura’nın en fazla yaptığı şey “karar vermek”. Çünkü o da muhatabı da biliyor ki verdiği kararın arkasında durur, bedelini de kimseye ödetmez, kendi öder. Bazen karar verilmesi gerektiğini görüyorum ancak karar verecek kişiler ya ortada yok ya da karar vermiyor, veremiyor! İşte o zaman ben bir şekilde devreye girmeyi seviyorum. Doğal olarak o ortamlardaki arkadaşlarımla hep “hissederek” yönettik süreçleri.
“15 Ekim 1973’te çalışmaya başladığı günden bu yana Ahmet Pura’nın en fazla yaptığı şey ‘karar vermek’. Çünkü o da muhatabı da biliyor ki verdiği kararın arkasında durur, bedelini de kimseye ödetmez, kendi öder.”
Meydan okuyan karakterinizden söz edelim. Bir kaynağı, dayanağı olmalı. Nereden geliyor bu cesaret?
Karar, sorumluluk demektir. Sanırım bendeki de varoluşa ilişkin güçlü bir sorumluluk duygusu. Karar vermenin cesaretten kaynaklandığını hepimiz biliyoruz. Cesaret oluştuğunda ve tecrübeyle birleştiğinde meydan okuma da kendiliğinden geliyor.
İtiraf edeyim çok iyi bir öğrenci değildim belki ama hep sınıf başkanı seçilirdim. Bu çelişkili durumu bir çocukluk anımla pekiştireyim. İlkokul ikinci sınıfa giderken okuma bayramında öğretmenim Emine Boncuk okumam için bir şiir verdi. Annem de beni şiire çalıştırdı. “Ben bu şiiri insanların karşısında nasıl okuyacağım!” diye sabaha kadar uyuyamadım. Hayatımda ölümü ilk o gün, okuma bayramında hissetim sanırım. Çıktım okudum, yerime oturdum. Annem, “Oğlum çok güzel okudun, kutlarım seni ama senden başka duyan olmadı,” dedi. Çünkü kimseyle göz teması kurmayayım diye başımı öne eğmişim, öyle olunca da mikrofona ses gitmemiş, kimse duymamış. Bugüne geldiğimizde, görevin getirdiği her temsil konumunu yerine getirir, binlere konuşurum. Bu örnekten hareketle, meydan okuma tavrının belki de o sesi çıkmayan çocuğun sahnedeki çilesine bir tepki olduğunu söyleyebiliriz.
Dayatma değil, zarif bir yardım çağrısı inançlarınızla çelişmiyorsa sonuna kadar gidiyorsunuz dersem ne dersiniz?
Söyleminizi güçlendiren bir anıyla yanıtlayayım sorunuzu: Komili’den ayrıldıktan sonra yakın çevreme iletişim bilgilerimin değiştiğini haber veriyordum. Onlardan biri de Hacı Şakir’den Selahaddin Sabuncuoğlu idi. Bizim yakın bir dostluğumuz vardı. Selahattin Bey, “Ahmet Amerika’ya gidiyorum, dönünce bir kahve içelim,” dedi. Ofisine gittiğimde, bir yönetici asistanı karşıladı ve “Yönetim Kurulu içerde sizi bekliyor,” dedi. “Bir yanlış olmasın,” dedim. “Yok,” dedi, “sizi bekliyorlar.” O dönemde Maya Grubu Hacı Şakir’in önemli hissedarıydı. İçeri girdim, hoşbeşten sonra Maya Grubu’nun sahibi İlyas Özsüer bana, “Yahu Ahmet Bey, sen bu işin profesörüymüşsün, el ver, başarılara beraber imza atalım,” mealinde bir çağrı yaptı. Bu sözleri duyunca utandım, “Diğer profesyonellerden farkım yok,” dedim. “Benim tek derdim var, işimi iyi yapmak ve iş yerinde herkesin mutlu olması…” Bu zarif çağrıya olumlu yanıt verdim ve Hacı Şakir maceram başladı.
Çalıştığım her yerde işimin patronu hep ben oldum. Şirket patronları ayrı statüde doğal olarak. Ama yinelemekte yarar var, benim alanım bana ait. Sonuçlar ortadayken kimse beni yönlendirmemeli tavrıyla hareket ettim. Nokta, bitti…
Zarif bir davet bağlamındaydı sorunuz, ben de bu zarif davete heyecanla karşılık verdim.
“Çalıştığım her yerde işimin patronu hep ben oldum. Şirket patronları ayrı statüde doğal olarak. Ama yinelemekte yarar var, benim alanım bana ait. Sonuçlar ortadayken kimse beni yönlendirmemeli tavrıyla hareket ettim. Nokta, bitti…”
İddialı olmak elbette yönetimsel konumunuzun mutlak gereği. Başarılı olduğunuz da gözüküyorken verdiğiniz kararlardan hiç pişman olduğunuz oldu mu?
Vardır ama çok azdır… Ben karar verdikten sonra pişman olmuyorum. Çünkü sezgilerimle tecrübemi birleştirerek, bedelini de ödemeye razı olarak karar veriyorum. Çok hikâye var böyle… 1982’de bir gün bir telefon aldım. Gima’nın Genel Müdürü, Emekli Tuğgeneral Kamuran Gümüşsoy, “Ahmet Bey tanışmak istiyorum sizinle, Ankara’ya gelebilir misiniz?” dedi. Bir sonraki hafta Ankara’ya gittim ve Kızılay Gima mağazasından içeri girdim… Rafları bomboştu. Gümüşsoy Paşa, “Bize ürün vermenizi rica ediyorum…” dedi. O dönemki ürün yelpazemiz zeytinyağı, Ayçiçek yağı ve sabundan oluşuyordu. Ama özellikle Ayçiçek yağı ve zeytinyağının ham madde fiyatları sürekli değişir, teslimat sürecinde bile ürün fiyatı değişirse fiyat farkı alınırdı. O dönem tüm sektör neredeyse anlık finansman maliyeti takip eder haldeydi.
Konuşma sırasında, “Tamam ama bir şartım var. Siparişinizi değerlendiririm ve karşılığında 60 günlük senet hazırlamanızı beklerim,” dedim. “Senet ne Ahmet Bey?” deyince “Ödeme aracı,” dedim. Nuh Kirazoğlu’nu odaya davet etti. O da çok sevdiğim bir dostumdu. Kamuran Paşa “Senet tanzim edebilir miyiz?” diye sordu, o da “Tabii ederiz,” dedi. Ben görüşme bitti diye düşünürken Gümüşsoy Paşa sektördeki iki önemli şirketin adını vererek “Onlarla da sıcak iletişimi sağlar mısın?” dedi. Ben de o zamanlar 34 yaşında genç bir yöneticiyim.
İstanbul’a dönünce hemen o iki güçlü şirketi ziyaret ettim, onlar da Gima ile ticari iş birliğine başladılar. Gima mağazaları bir anda tüketicinin tercih ettiği adres haline geldi. Burada kritik olan karar vermekti. O dönemde böyle bir karar vermek için sağlam kabadayı olmak lazımdı ama bedelini de göze alarak. Yoksa hammaddesi için bile sıraya girdiğin bir malı 60 gün vadeyle vermek hiçbir ticari akla sığmaz. Ama Ahmet Pura’nın aklına sığar. Çünkü ben hem o grubu canlandırmanın heyecanı hem de o noktalarda kendi markalarımın tüketiciyle buluşmasının önemini hissettim. Sorunuzda vurguladığınız “karar” ile ilgili iyi bir örnek olarak bunu anlatmak istedim.
Klasik bir soru olarak bir iş insanına sorulması gereken konuya geldik: İş yapışınızın bir tarifi var mı?
Hayaller kuruyorum. Hayallerin gerçekleşmesi için de planlar yapıyorum. Bu yaklaşımımı yakın geçmişten bir örnekle anlatayım. 2011’deki Reklam Sempozyumu’nda yaptığım konuşmada, tüm paydaşların karşısında “Üç hayalim var,” dedim. Birincisi, reklamın tüm paydaşlarının bir arada buluştuğu bir reklam konseyine gerek olduğunu söyledim… İkincisi, reklamın hakiki sahibinin Reklam Kurulu’nda görev alması gerektiğini ifade ettim. Üçüncüsü de tüm mecra ölçümlerinin tek çatı altında yapılması gerektiğini dile getirdim.
İlk ikisinin gerçekleşmesi için yasa değişikliği yapılması gerekiyordu. Dönemin Gümrük ve Ticaret Bakanı Sayın Hayati Yazıcı kabul etti ve bunlar gerçekleşti. Ben hala konuşmalarımda Sayın Hayati Yazıcı’ya teşekkür gönderirim.
Üçüncü hayalim, günlük kısır çekişmeler nedeniyle bir türlü gerçekleşemiyor. Oysa her şey hazır. Nevi şahsına münhasır Türkiye projesi diyoruz, her paydaş kazanacak diyoruz, şeffaf oluşumla güven ortamı daha da güçlenecek diyoruz. Ama bazı paydaşlarımız konuya sıcak bakmıyor. 120 milyar TL’yi bulacak pazarın yatırımlarının daha akılcı yönetilmesi gerekiyor. Hem ajanslar hem reklamverenler hem de mecralar güç birliği yapmalı. Haydi gayri, uzlaşı lütfen!
Dünya Reklamverenler Federasyonu ile ilişkinizi anlatır mısınız?
Her ülkenin reklamverenler derneklerinin Dünya Reklamverenler Federasyonu’nda (World Federation of Advertisers – WFA) ve yönetiminde olması lazım. 2013 yılında davet sonrası WFA Yönetim Kurulu’na girdik. Bu benim değil, o dönemki Genel Koordinatörümüz sevgili Didem Kayadelen’in hayaliydi. O günlerde ilk RVD Yönetim Kurulu’nda, “Bu iş birliği karşılıklı proje paylaşımlarıyla gerçekleşecek. Bu gerekçeyle dünyanın ilgisini çekecek işler yapmalıyız,” dedim. Bugün WFA CEO’su Stephan Loerke diyor ki, “Türk pazarlamacılardan öğreneceğimiz çok şey var.” Şunu aktarmakta yarar görüyorum: Türkiye genelinde gerçekleştirdiğimiz Reklamın Ekonomiye Katkısı Raporu, Reklamda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konumlanması, Dijital Pazarlama İletişimi Platformu DPİP’in kuruluşu ve en son Küresel Pazarlama Konferansı önemli imzalar oldu.
Reklam sektörünü belki de geri dönüşü olmayan şekilde değiştiren projelerden biri de Unstereotype Alliance Türkiye’nin kurulması oldu. Sonuçlarını giderek daha çok gördüğümüz “Reklamda cinsiyet eşitliği” çalışmalarının gerisinde nasıl bir motivasyon var?
2017 Temmuz’unda Sara Baherirad’ın “Kadın Gibi Kadın” kitabını okumuş, dünyanın her yerinde kadınların karşılaştıkları zorluklardan çok etkilenmiştim. Aynı yıl Cannes’da WFA ile UN Women reklamda toplumsal cinsiyet eşitliği için iş birliği yapmak bağlamında anlaştılar. Biz de 2017 Kasım’ında RVD bünyesinde Reklamda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Yürütme Kurulu’nu kurduk. Geniş paydaş iş birliğini önemsediğimiz için sektörde ilgili tüm tarafları kurulumuza davet etmeye çalıştık. İlk toplantımızda alt çalışma grupları oluşturduk ve böyle bir projenin ölçümlenmesi gerektiği konusunda hemfikir olduk. Önemli kaynağımız Effie yarışmalarının sonuçlarıydı. Geçmiş dönemleri de kapsayan detaylı rapor oluşturuldu. Çalışmalar çok verimli giderken WFA’den bu konuda UN Women ile iş birliği yapmamız konusunda çağrı aldık ve Aralık 2019’da UN Women ile beraber “Unstereotype Alliance Türkiye Chapter”ını kurduk. Bu bir anda dünya projesine dönüştü.
Bu proje UN Women yönetiminde dünyanın 12 ülkesinde uygulanmakta. Ölçüm yapılan tek ülke Türkiye. Biz de “Ölçemezseniz yönetemezsiniz” diyerek tek bir ölçüm sistemi oluşturulmasını öneriyoruz.
Paylaşmayı istediğim sevindirici ilerlemeler de var. Araştırmaya başladığımızda kadın dış ses oranı yüzde 10’du. Her kürsüye çıktığımda “Erkekleri susturun!” dedim. Bugün kadın dış ses oranı yüzde 38’e çıktı. Bunun dışında kadın ana karakter kullanımı yüzde 35’ten 53’lere kadar yükseldi. Bunlar muhteşem gelişmeler ve ne kadar bütçe ayırırsanız ayırın yapılamayacak işler. Bütün bunlar derneklerimizin ve diğer değerli üyelerimizin birlikteliğiyle gerçekleştirildi.
Derneklerimizin görev ve sorumluluklarını günlük uygulamalarla sınırlayan yaklaşıma ise katılmıyorum.
“Araştırmaya başladığımızda kadın dış ses oranı yüzde 10’du. Her kürsüye çıktığımda ‘Erkekleri susturun!’ dedim. Bugün kadın dış ses oranı yüzde 38’e çıktı. Bunun dışında kadın ana karakter kullanımı yüzde 35’ten 53’lere kadar yükseldi. Bunlar muhteşem gelişmeler ve ne kadar bütçe ayırırsanız ayırın yapılamayacak işler. Bütün bunlar derneklerimizin ve diğer değerli üyelerimizin birlikteliğiyle gerçekleştirildi.”
En önemli özelliklerinizden biri de uzlaşması zor tarafları aynı masada bir araya getirme gücünüz. Bunun bir sırrı var mı?
Bürokrasiden bir dostumuz, “Bu kadar güçlü tarafları rekabet etmeden aynı masada nasıl oturtuyorsunuz?” diye sormuştu. Bence güvenli, şeffaf, sırların ve kuralların olduğu bir ortam bu beraberlikleri güçlü kılıyor. Örneğin sektörel derneklerimizin yanı sıra, dünyada ilk ve tek olarak RVD, RD, IAB ve MMA’in oluşturduğu Dijital Pazarlama İletişimi Platformu’nu (DPİP) kurduk. Bir vizyon çerçevesinde hedef koyduk. Katkı sağlayacak herkesle aynı masaya oturarak geliştirici alanlara odaklandık. Aynı masaya oturmak, dernekleşme sürecini de getirdi. Şimdilerde DPİP’i dernekleştiriyoruz ve açıkhava ile radyo mecralarının üyelerini de kapsama dahil ediyoruz. Sektöre önemli katma değer yaratacağına inanıyorum. Bir başka ilerleme de reklam yatırımlarının tek noktada raporlanmasıydı. Başlangıcından bu yana Reklamcılar Derneği tarafından yapılan bu çalışma, sektöre layık bir titizlikle yürütülüyor. Tüm dernekler Reklamcılar Derneği’nin mükemmel koordinasyonunda toplandı ve ortaya çok daha güvenilir bir rapor çıktı. Son üç yıldır da “Reklamın Türkiye Ekonomisine Katkısı Raporu” hazırlanıyor. Kaç ülke bunu yapabiliyor bilmiyorum.
Peki, sizin attığınız bu temeller üzerinden projeleri bir sonraki aşamaya taşıyacak isimler geliyor mu arkadan?
Görev aldığım sektörel kurumlarda mükemmel arkadaşlarım var, hemen devreye girebilecek değerler var. Yaşayıp göreceğiz. İş hayatında önemli yoğunluklar var. Özellikle pandemi süresince ve sonrasında şirketlerde garip bir yüksek tempo oluştu. Ve de uzaktan çalışma/hibrit çalışma gibi yöntemler maalesef alışkanlık haline geldi. Sonuç fotoğraf ise “yönetim felsefesinin iflasına gidiyor.” 50 yılın sektör emekçisi olarak bunu söylemeyi kendimde hak görüyorum. Bu yoğun tempolu iş ortamı dolaylı yoldan sektörel örgütlere çok net yansıyor. Yönetsel ve paylaşımsal eksiklikler yaşanıyor. Bu gerekçeyle, bu mükemmel insanlar her türlü potansiyele sahip olmakla birlikte yoğun iş temposu açmazını yaşıyorlar. Umarım yeni iş modelleri arkadaşlarıma bu güzel görevleri yapma şansı açar.
Bence yarınlar için kritik olan bu tip organizasyonlarda profesyonellerin önemli rol almaları gerekir zira yönetimsel devamlılık bu gruptan oluşacaktır.
Bu dönem dernek beraberliklerimizde “kaptanlarımız” diye adlandırdığımız Genel Koordinatörlerimizden oluşan çok başarılı bir iş modelimiz var. Umarım yeni göreve gelecek arkadaşlarımız ve profesyonellerimizin güçlü formülasyonu bu tip yönetimleri daha da güçlü hale getirir.
Tüm tevazunuza rağmen yönetim modelinizde “seçicilik” yapıyor musunuz?
Evet, ben birlikte çalıştığım arkadaşlarıma güvendiğim için kendimi özgür hissederim. Özgür hissettiğimde de üretebiliyorum. Bu nedenle etrafımı güvenebileceğim insanlarla çevreleyip hareket alanımı genişletiyorum. Benim hayatımda entrikalar yok. Gizli ajandası olanlarla bir araya gelemiyorum, gelmek de istemiyorum. Bu nedenledir ki kötü insanları kendimden uzak tutmaya çalışırım.
Çalıştığınız dört önemli şirketin sizin için önemi desem…
Her biri “asırlık” olan dört ayrı şirkette görev yaptım: Unilever “okulum” oldu, Komili “bugünlere yol açanım” oldu, Haci Şakir/Maya “güçlendirenim” oldu, Colgate Palmolive “yaşamım” oldu.
İyi ki varlar, tüm emeklerim helâl olsun!
Ayrıca, elli yıllık sürecin önemli bölümünde beni göreve davet eden, görevde heyecanla devamımı sağlayan, birlik ve beraberlik adına mükemmel örnekler oluşturan RVD, KTSD, TOBB, IAB Türkiye, MMA Türkiye, RD, WFA, Unstereotype Alliance Türkiye, URYAD/RİAK, ARVAK ve diğerleri…
Muhteşem insanların oluşturduğu, güçlü kimliklere sahip bu kurumlara şükranlarımı sunuyorum.
Haydi ikinci elliye bakalım!
Adettendir bir biyografik anlatının sonuna yazanın son sözü gelir. Ancak bu kez son sözü Sayın Pura’nın yaşam düsturu da olan bir cümle ile yapalım: “Özüne sevda konulmuş bir hayat sahiden yaşanmaya değer…”
Ahmet Pura’nın mevcut sorumlulukları
• Colgate Palmolive Türkiye Yönetim Kurulu Üyesi
• Tribal Field Marketing Yönetim Kurulu Üyesi
• Kozmetik ve Temizlik Ürünleri Sanayicileri Derneği Başkanı
• TOBB Kozmetik ve Temizlik Ürünleri Sanayi Meclisi Başkanı
• Reklamverenler Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
• Reklam Özdenetim Platformu Başkanı
• DPİP (Dijital Pazarlama İletişimi Platformu) Platform Başkanı
• Dünya Reklamverenler Federasyonu (WFA) Yönetim Kurulu Üyesi
• MMA Türkiye Aktif Onursal Başkanı
• Unstereotype Alliance Türkiye Liderlik Ekibi Başkanı