Her ne kadar tarzı bir hayli farklı olsa da biz ona yeni dönemin Ali Taran’ı, Hulusi Derici’si, Serdar Erener’i dedik… İş Bankası, Netflix, Vodafone Arena gibi markalara yaptıkları dikkat çekici işlerle ve Cannes Lions’dan Kristal Elma’ya, Epica’dan Effie’ye ulusal ve uluslararası yarışmalardan ekibiyle birlikte aldığı 250’den fazla ödülle bizce bunu çoktan hak etti Tribal Worldwide İstanbul’un Ajans Başkanı Arda Erdik. Başarılı reklamcıyla gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşide “Ödüllere harcadığımız para ve enerjinin yarısı boşa gidiyor ama hangi yarısı bilmiyorum” diyor. Erdik çalışmak istediği bir markaya da buradan göz kırpıyor!
Bir dönem sektörden elinizi ayağınızı çekip dünyayı gezdiniz. Uzun sayılabilecek bu ara size ve yaptığınız işe ne kattı? Yakın gelecekte yine böyle bir planınız var mı?
Medina Turgul’daki son zamanlarımda -meslekte 10 yıl falan olmuştu- hem İş Bankası işleri hem de Doritos Akademi kampanyası beni gerçekten çok yormuştu. Vücut da arıza vermeye başlayınca bir “kafa izni” aldım. Ve o 7 aylık ara bana gerçekten çok çok iyi geldi. “Restart” atılmış bir şekilde Tribal Worldwide İstanbul’a geçtim ve o enerji işime de yansıdı. Bence hâlâ o molanın ekmeğini yiyorum. Severek takip ettiğim tasarımcı Stefan Sagmeister gibi her 7 yılda bir “kafa izni” yapmayı alışkanlık haline getirsem mi diye de düşünüyorum açıkçası. Kafa izninden döndüğümden beri 5 yıl geçti. 2 yıl sonrası için “kısmet” diyelim.
İş Bankası ile 10 yılı geride bıraktınız… Ve şahane işlere imza atıldı. Bu başarının sırrı nedir?
İş Bankası ile DDB Grubu’nun geçmişe dayanan uzun ve özel bir iş birliği var. Jeffi Bey’in yanılmıyorsam 30 yıldan fazla… Ben Medina Turgul’da jr. yazarken (evet 5 yıllık yazarken kendime hâlâ junior diyordum) İş Bankası tekrar Medina Turgul’un müşterisi olmuştu, ben de şansa o ekibin bir parçasıydım. İş Bankası bir bankacılık okulu, Medina Turgul da bir yazar okulu olunca tüm o çalışma süreci benim için gerçekten iyi bir eğitim oldu. Kurtcebe ve Talha’dan çok şey öğrenmişimdir.
Sonrasında İş Bankası, Tribal’ın da müşterisi oldu. Halen de birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Cem Yılmaz’ı çizgi bir karakter haline getirdiğimiz O İş Cep’te kampanyası son dönemde en sevdiğim işlerimiz arasında mesela. Geçtiğimiz aylarda DDB ekibinin uzun uğraşlarıyla İş Bankası Müzesi’nde “İftiharla Sunar” diye bir sergi açıldı: İlk günden bugüne İş Bankası reklamları sergisi… O sergiyi gezince de gördüm ki benim bile unuttuğum birçok güzel işe imza atmışız ve halen atılmaya da devam ediyor. Bunun sırrı da çok basit aslında; ajansın ve markanın uzun yol arkadaşlığı ve birbirlerine olan güveni. Bu, bugünlerde pek kıymet verilmeyen bir şey.
“Birlikte çalışsak ne güzel olur” dediğiniz marka ve reklamcılar var mı?
Valla biz son yıllarda gerçekten çok çalıştık ve bunun meyvelerini de topluyoruz. “Birlikte çalışsak ne güzel olur” dediğimiz birçok marka yakın zamanda ajansımızı tercih etti… Türk Hava Yolları, Netflix, Starbucks bunlardan birkaçı… Başka ne olur diye düşündüğümde de şu an açıkçası bir telekomünikasyon markası için ajansımızda şartlar pek müsait. Buradan kendilerine göz kırpıyorum. 4 yıl boyunca “gerçekten” entegre işler yaptığımız Vodafone Beşiktaş sponsorluğu işlerinden içeride iyi bir know-how’ımız var çünkü. “Birlikte çalışsak ne güzel olur” dediğim reklamcılara gelince…
Şansıma hem şahsiyet hem yetenek olarak gerçekten çok iyi insanlarla çalıştım ve çalışmaya devam ediyorum. Hepsine selamlar. “Ekibimizin parçası olsa ne şahane olur” dediğim ve takip ettiğim bazı meslektaşlarım var sektörden. Bazılarına niyetimi de belirttim. Ama hayatta her şey zamanlama. Hayırlısı olacaksa yolumuz kesişir zaten.
Şimdiye kadar en çok zorlandığınız kampanya hangisi oldu?
Ben her kampanyada çok zorlanıyorum. Yaptığımız her iyi işten sonra dert basar mesela beni; “haydi bakalım, şimdi bundan daha iyisini yapmak zorundayız” diye.
Yaratıcılığınızı nasıl besliyorsunuz?
Zihnimi ve ruhumu beslerken Karatay diyeti yapıyorum. Artık tüketmediğim birçok şey var mesela. Neredeyse hiç TV izlemiyorum, gazeteyi ayda yılda bir, bir cafe’de denk geldiğimde okuyorum. Evdeki büyük ekranı Netflix, Blu TV, iTunes, YouTube falan izlemek için kullanıyorum. Elimdeki küçük ekranda da devamlı sosyal medya var zaten. Bir de kütüphanem… Yetiyor… “Yaratıcı metabolizma”nın işleyişi çok farklı çünkü. Kötü şeyle beslenen insandan iyi şeyler çıkacağına inanmıyorum. 20 küsur yaşına kadar insan tanımamış, Anadolu’yu hiç görmemiş bir insanın kötü yerli dizileri/filmleri izleyerek “halka inebileceğini” de düşünmüyorum. Her sene üniversitedeki öğrencilerimi focus grup olarak kullanırım. Hepsinin de medya tüketimi benimle aynı. Bir gün bir öğrencim çok doğru bir şey söylemişti; “Hocam TV’de, gazetede enteresan bir şey varsa internete düşüyor zaten” diye. Gerçekten de öyle!
Sektöre yeni adım atmış olsaydınız işi öğrenmeye nereden başlardınız?
Ben Ankara’da okuduğum için Ankara ajanslarında çalışmaya başladım. Askerlik sonrası Ajans Ultra maceram var. Hakkı Bey (Mısırlıoğlu) gibi şahane bir insanın tezgahından geçmek ayrı bir şanstı. Sonrasında da 11 yıldan fazladır aynı çatı altındayım. Başladığım noktadan da geldiğim noktadan da mutluyum açıkçası. Söylenmeleri, bahaneleri, keşkeleri seven bir adam değilimdir. Beynimden çok kalbime güvenirim. Büyük konuşmayayım ama nereden başlarsam başlayayım sezgilerimle yine doğru insanları bulurdum gibi geliyor.
Türkiye reklam sektöründeki yaratıcılık atmosferini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle son dönemde global yarışmalarda çok da iyi bir yerde olmadığımızı görüyoruz. Bunu nedenini nasıl açıklamak gerekiyor?
Hiçbir zaman sektörün geneli olarak global yarışmalarda çok iyi bir yerde olmadık ki. Ara ara sektörümüzde buna kafayı kırmış insanlar çıkıyor ve kişisel başarılar gösteriyorlar. Sinemada da böyle mesela bu. Biz de mesela “bu sene global yarışmalardan ödül alalım” diye niyetlendiğimiz yıllarda bunun için çalışıp karşılığını da aldık. Ama bu gerçekten başka bir enerji. Ajansın ekonomisi için de öyle. Hani ünlü bir reklamveren lafı vardır ya: “Reklama harcadığım paranın yarısı boşa gidiyor ama hangi yarısı bilmiyorum” diye. Ajans versiyonu için de şunu söyleyebilirim: “Ödüllere harcadığımız para ve enerjinin yarısı boşa gidiyor ama hangi yarısı bilmiyorum.” Ama şunu söyleyebilirim ki tüm çeşitliliği ve kaotikliğiyle ülkemiz gerçekten yaratıcılığı besleyen bir ülke. Sadece, bir “kendiyle barışıklık” sorunu yaşadığımızı düşünüyorum.
Serdar Erener, Ali Taran, Hulusi Derici… 2000’li yılların ilk yarısına kadar bu isimlerin temsil ettiği kuşağın ciddi bir egemenliği vardı reklam sektöründe. Şimdiyse başta siz olmak üzere yeni bir jenerasyon yükseliyor.Siz iki jenerasyonu karıştırdığınızda arada ne tür farklar görüyorsunuz?
Serdar Abi hala sahalarda. Ajansını dönüştürmeye çalışıyor hatta. Ali Taran’ın da ATCW için açtığı Instagram hesabını görmüşsünüzdür. “Hâlâ buradayım ulen!” tavrıyla herkese tatlı tatlı atarlanıyor. Pek takip etmiyorum ama Hulusi Derici de işinin başında bildiğim kadarıyla.Yani, sevdiğimiz saydığımız abilerimizle aynı dönemde reklamcılık yapıyoruz.
Bizim jenerasyonun tek farkı değişen medyaya uyum sağlamamız aslında. (Gerçi bizim kuşaktan da sosyal medyayı, dijitali başlarda küçümsediği için ıskalayan çok oldu). Değişen medya tüketimiyle birlikte bir şeylerin bir gecede meşhur edilmesi, bir reklam lafının ertesi sabah popüler kültürün bir parçası olması durumu çok fazla yok artık. İnternet kültürü farklı dinamikler sergiliyor. Her şey bir medya evrimi meselesi aslında. Benim jenerasyonum evrimi bir ileri adımından yakaladı. Şu an akşama kadar YouTuber izleyen çocuklar da ileride işi bambaşka noktalara götürecek.
Genç reklamcılara tavsiyeleriniz neler?
Ben hâlâ kendimi genç reklamcı olarak görüyorum. Benden sonraki kuşaktaki arkadaşları soruyorsanız en büyük tavsiyem sağlıklarına dikkat etmeleri. Sektörde 10 yılı geçirip de strese bağlı bir hastalık yaşamamış kimse yok. Fıtıklar, reflüler, kurdeşenler, tansiyonlar, terapistler… Reklamcılık kısa, hayat uzun. Bedeninizi sevin, zihninizi pamuklarda büyütün.