Görüş birliklerinin ve ayrılıklarının, tüketim yapılan alanların, içeriklerin ve teknolojinin yetkinliklerinin artmasıyla birlikte hem Türkiye’de hem de dünyanın geri kalanında mizah anlayışı dönüşüyor. Linç kültürünün kol gezdiği, bugün canımız olanın yarın kapı dışarı edildiği ekranlarda ise başarılı olarak tanımlanmak çok ince bir dengeyi gerektiriyor. Bu nedenle, tüm bu değişimlerle birlikte ait hissettiği sosyoekonomik, politik ve daha nice grup fark etmeksizin herkesin ilgisini ve sevgisini toplayan bir sanatçıyla bir araya gelmek bizim adımıza iyice önemli hale gelmişti, sohbet sonrası da zevk oldu… Kuşakların mizah anlayışından mizahın tedavi edici yönüne, talk show türünün Türkiye’deki yolculuğundan politik doğruculuğa birçok konu hakkında konuşmak üzere oyuncu, sunucu ve seslendirme sanatçısı İbrahim Selim’le bir araya geldik. Sayısız uyaranın tedirginlik yarattığı günümüzde ötekileştirmeyen, suçlamayan ve dolayısıyla içselleştirilmeye imkan tanıyan bir yaklaşımın bu sonuçları almalarını sağladığını belirten Selim ile mizaha, dile ve geleceğe dair sohbet ettik.
Söyleşi: Duygu Su Ocakoğlu, Alp Hazar Büyükçulhacı
Yeni kuşakla birlikte Türkiye’nin mizah anlayışı da değişiyor. Siz bu yeni mizah anlayışını nasıl tanımlıyorsunuz?
Her yeni kuşak kendi dilini oluşturuyor. Fakat zaman artık çok hızlı değişen bir şey olduğu için yeni kuşak dediğimiz şey de çok hızlı yenileniyormuş gibi… Bilinçle ilgili bir şey olmaya başladığını düşünüyorum kuşak fikrinin. Dolayısıyla mizah dediğimiz şey geçişken bir hale geldi. Yani Türkiye’nin mizah tarihine baktığımız zaman çalışan bir dil var, şimdi yeni karşılaştığımız ama geri dönüp kullandığımızda yine çalışacak bir dil var. Bunların hepsi birbirine geçişti. İnsanlar daha fazla mizahla ilişki kurmaya çalışıyor. Muhtemelen genel bir ihtiyaç haline gelmiş olmasıyla ilgili… Dünyanın her yerinden çok fazla kötü haber alıyoruz. Dolayısıyla tüm dünya tedavi olmak için bir şeye ihtiyaç duyuyor. Mizah da en güçlü tedavi edici unsurlardan biri. İşe de yarıyor gibi. Bir şeyler söylemenin en kolay yollarından biri mizah: Tedirgin olunan herhangi bir şeyi şaka yaparak söylediğiniz zaman karşılığı daha yumuşak ya da anlaşılır olabiliyor. Dolayısıyla mizah bütün dünya için fazlasıyla kurtarıcı ve anlam ifade ediyor. Bir tarafta “politically correct” dediğimiz bir durum var, diğer tarafta gerçekten insanlar sıkışmış hissettiğinde kendi sıkışıklıklarını anlatma isteği var, öte yanda herhangi bir şeyi kast etmeden sadece durumuyla ilgili sıkıntıyı anlatmak için başvurduğu yöntem olarak kullanılan mizah var… O yüzden birçok şeyde nefes aldıran bir hali var mizahın. Yeni kuşağın ya da günümüz mizah dilinin buralarda çok yardımcı olduğunu düşünüyorum.
Mizahın kuşaklara göre farklılaştığı bir gerçek ancak sizi birkaç kuşak birlikte izliyor. Bunun sırrı nedir sizce?
Bunun bir sırrı var mı bilmiyorum, bu sırrı olacak büyük bir şey mi ondan da emin değilim. Ama her sosyal sınıftan insan geliyor, ilişki kuruyor ve eğleniyorlar da. Biraz şuna bağlıyorum: Ben ve uzun süredir birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarım bir şeyi suçlayarak ya da kötüleyerek işaret etmektense hep beraber tuhaf olduğunu düşündüğümüz şeylerle dalga geçmeyi seviyoruz. Bu aslında memleketimize çok yabancı bir şey değil. Bu memleketin mizahı ironiden, taşlamadan beslenir zaten. Dolayısıyla biz bunu yaparken zaten kimseyi suçlamadığımız ve beraber gülme peşinde olduğumuz için bir ayrımcılığa uğramıyoruz. Ya da kimsenin kendi mahallesindeki konforunu bozmak için yapmıyoruz bunu. Çünkü benim kişisel derdim; biz zaten aynı ülkenin insanlarıyız, birçok konuda da aynı şeyi düşünüyoruz. Bazı seçimlerimiz başka olabilir, her konuda da aynı şeyi düşünmek saçma olur zaten. Bunu hepimizin faydasına nasıl yönetebiliriz, bunlar nasıl konuşulabilir hale gelir, nasıl kimseyi rahatsız etmeden bir şeye dikkat çekebilirizi arıyoruz. Yeni yöntem bakıyoruz ve her bunun üstüne gitmeye çalıştığımızda bazen buluyoruz bazen bulamayıp kendi bildiğimiz yoldan devam ediyoruz. Muhtemelen bizimle ilişki kurduğunda kimse zarar göreceğini düşünmüyor. Bu yüzden zaten bu kadar çok kalabalıkla iletişim kurabiliyoruz. Çünkü öbür türlü, ben kendimde de onu seziyorum: Artık ben tedirgin olduğum bir yerde bulunmak istemiyorum. Tedirgin olduğum bir şeyi seyretmek, okumak istemiyorum. Çünkü zaten maruz kaldığımız çok fazla uyaran var ve bunların birçoğu bizi tedirgin ediyor. Yapay zeka bile tedirgin edebilir birçok insanı. Başımıza ne geleceğini bilmiyorum, yabancı bir teknoloji çünkü. Muhtemelen bizden beş kuşak sonra çok abuk gelecek bizim bu yaşadığımız tedirginlikler. Ama bugün bu emekleme aşamasındayken biz yöntem arıyoruz bunlarla ilgili.
Bir dönem talk show türü televizyonda çok popülerdi. Sonrasında tek tek ekrandan silindiklerine şahit olduk. Siz talk show kültürünü dijitalde yeniden canlandırdınız. Bu süreç nasıl gerçekleşti?
Benim profesyonel mesleğim oyunculuk. Oyunculuk yapmanın da yine bazı mesleki zorlukları var. Bir kere çoğunlukla kendiniz karar vermezsiniz oynayacağınız role veya size gelen projeye. Orada koca bir karar veren güruh vardır. Yapımcılar, yönetmenler, cast ajansları, casting ekibi, prodüksiyon, senarist… Dolayısıyla o hayal güçlerinde bir yere denk düşmeyi beklemeniz gereken bir zaman dilimi var. Özellikle ekranda. Sahne çabanızı daha rahat gösterebileceğiniz bir yer. Ben çok uzun süre sahnedeydim. Fakat televizyon dünyasıyla çok fazla ilişki kuramıyorduk tiyatro yoğunluğundan dolayı ve bu asla doğru düzgün dahil olamadığımız süreçler karşısında oturup “Bu sürece nasıl dahil olamam?” diye düşünmeye başladım. Bu mantıksız geliyordu, çünkü ben niye talep edemiyorum ya da ben niye bu üretimin bir yerinde değilim? Sonra bir şey üretmenin daha mantıklı olduğunu düşündüm.
Sonra ufak ufak ilişki kurmaya başladım. Yabancı talk show’ları ya da şov programlarını zaten takip ediyordum ve zaten notlar alıyordum çok eskiden beri neler yapılabileceğine dair. Sonra bir gün bunu yapabileceğim bir iş teklifi geldi. Teklif bambaşka bir şeydi, ben kendi kafamdakine ikna ettim o insanları ve bir sene boyunca yaptım. Başka neler yapılabilir diye düşünürken Onedio geldi ve mobil bir yarışma programı sunmamı, beraberinde haftalık bir video yayınlamamı rica etti. “An” diyebileceğimiz bir süre zarfında, etrafımda olan ve o dönemde çalışmayan gazeteci ve editör arkadaşlarımla hayalimdeki talk show’u yapmaya karar verdim. Başlamamızın esas nedeni bir ekonomik model oluşturmaktı. Biz bu parayı paylaşalım, herkes kirasını ödeyebilsin ve bir yandan da haftalık bir rutinin içinde olalım; kendimiz ürettiğimizde bakalım ne kadar kontrol edebiliyoruz görelim dedik.
Gerçekten de çok öğretici oldu. Nelerin neden olduğuna dair çok fazla fikir edindik. Neden başkalarının birçok şeyle ilgili kararı vermesi gerektiğini en başta öğrendik. Görev dağılımı yapıp öğrene öğrene, bir yandan yaptığımız şeyleri deneye yanıla, mesela bize çok iyi gelen fikirlerin berbat olduğunu göre göre, bir şekilde çarkı döndürmeye başladık. Sonra o çark büyümeye başladı, etki alanı genişledi. Dünyayla beraber hareket eden bir şey haline geldik. Başladığımız yerle geldiğimiz yer arasında ekonomik model, beraber çalışma ve üretme fikri açısından bir değişiklik yok ama yapabilmeye başladıktan sonra başka şeyleri de yapmayı istedik. Bu akşam mesela Quiz Night var, Ajaba diye bir program yapmaya başladık. Talk show’u televizyona taşıdık ve geri dijitale koyduk, hatta büyük firmalarla da iş birlikleri yapıyoruz; bizleri özel etkinliklerine davet ediyorlar Quiz Night’la. Baya öğrene öğrene bu noktaya geldik.
Ne kadar sürdü tüm anlattıklarınız?
Sürüyor hala zaten. Ama altı senedir yapıyoruz. Ki hala daha neler var yani… Mesela dediniz ya eskiden çok revaçtaydı talk show’lar hepimiz baya seyrediyorduk, cuma ve cumartesilerimiz dışarı çıkmıyorsak kapalıydı. O dönem ve bu dönemde yapılan arasında dağlar kadar fark var. O dönem “star” dönemi ve programın starı zaten programın sahibi. Beyazıt Öztürk var, Okan Bayülgen var; orada biz konuğu seyretmezdik ki sunucuyu seyrederdik. Bugün öyle bir şey yok. Zaten programın adı İbrahim Selim’le Bu Gece. Ben mesela konuktan daha iyi şaka yapmaya çalışırsam beni topa tutarlar. Çünkü artık bunlar değer görmüyor. Ya da ne bileyim, konuğun üstüne gitmek iyiydi ya bir zamanlar bizim de hoşumuza gidiyordu. “Aman be söylesin ne var?” falan yapıyorduk. Ama ben de bir oyuncuyum ve orada oturduğumda bana öyle davranılsa ne hissedeceğimi biliyorum. İnsanların o koltukta kendini kötü hissetmesini istemiyorum. O yüzden misafir ağırlıyorum ben, insanların kendini anlatacağı doğru düzgün alanlar olmadığı için alan yaratmaya çalışıyorum.
Ama politically correct olacağım diye sıkıcılaşmıyorsunuz. Globalde dahi pek çok isim bunu tutturamıyor…
Evet çünkü o da çok zor bir şey. O politik doğruculuk ilk başta becerebildiğimiz sonra da oto sansüre dönen bir şey. “Öyle demiyoruz onu” diye birbirimize fısıldar olduk. O yüzden ya hiç girmiyoruz öyle bir topa ya da bir şey diyeceksek gerçekten diyoruz. Çünkü başka çaresi yok. Aslında bu tamamen bir dil problemi. Chomsky’nin bir sözü; Dili yöneten dünyayı yönetir. Biz dili yönetemiyoruz şu anda, o yüzden dünyayı da yönetemiyoruz. Yönetebilsek zaten her şey çözülür. Ama bize yönettirmiyorlar, biz de o dil kurallarına uyamadığımız için kendimize yeni çıkış yolları arıyoruz. Politik doğruculuk da oradan çıkıyor.
Bir önceki jenerasyon kadar ilgi çekiyor ama kendi deyiminizle konuğu da “sarsmıyorsunuz”. Hem ilgi çekici kalmayı başarıp hem konuğu sarsmadan bunu nasıl yapıyorsunuz?
Bütün dünyanın uyaranlar tarafından tedirgin edildiği bir zaman diliminde yaşarken biz birbirimizi tedirgin etmeyelim, bu gerginlikten seyirci tedirgin olmasın istiyorum. Belki insanlar da o kadar da tedirgin olacağı ya da “Bir rezillik olacak mı acaba?” diye düşünmek istemedikleri şeylerle ilgilenmeyi seçiyorlardır şu dönemde. Ama bu değişe de bilir. Her şey çok rahat olur ve “Hadi ya saldırın birbirinize!” demeye başlarlar. Var ya öyle programlar…
Şimdi de Kelime Oyunu ile ekranlardasınız… Sunucusuyla ikonikleşmiş bir programı sunmak riskli bir karar gibi görünüyor… Bu kararı nasıl verdiniz?
Yazın kelime oyunuyla ilgili görüşmek istediler bizle. Giderken ben zaten Ali İhsan’la görüşeceğiz sanıyordum, format onun diye biliyorum. Ama öyle değilmiş; format Alman formatıymış, burada dağıtımcısı bir şirket varmış ve kanallarla bir anlaşma yapıp format yayınlanıyormuş. Ondan sonra da üstüne konuştuk. Bana riskliymiş gibi gelmedi. En nihayetinde iş performans işi. Benim de işim performans. Bakacağız, olmazsa da yapmayız. Ben kendimi o kadar risk alamayacak pozisyonda hissetmiyorum, Kelime Oyunu’nun da zaten değiştirilmez bir çizgisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ben içine girdikten sonra opsiyonların nasıl genişleyebileceğini gördüm. Aynısını yapayım, öyle yapayım, şöyle bir hakimiyet göstereyim gibi bir şeyim yok. Ben de 15 senedir takip ediyordum “Ne kadar tatlı” diyerek. Şimdi ben yapıyorum. 15 sene yapar mıyım bilmiyorum çünkü benim için kendi üretmediğim bir iş için çok uzun bir süre. Kelime Oyunu benim tamamen performansımla bulunduğum bir yapı. Ama tabii ne yaparsanız yapın o üretime dahil oluyorsunuz… Provalarını yaparken bile biz bunun daha eğlencelisini yaparsak daha doğru olur diye düşünmeye başlamıştık. Çünkü ben o kadar sakin değilim; bir de çok payı var eğlenecek. Muhtemelen kanal yöneticileri de bu şekilde arzu ettikleri için bize geldiler. Ben çok eğleniyorum. Hem yarışmacılar çok tatlı hem programın formatı eğlenceli. Ekip, çok sıkılabilecekleri bir döngünün içinde olmasına rağmen hiç sıkılmamış ve dört elle sarılıyor işe. 15 senedir üretiyorlar… Biraz daha itip kakmaya, daha hareketli hale getirmeye başlayacağız bu arada formatı. Çok güvenli bir ortam; beraber ürettiğimiz yeni bir alan benim için orası.
Yolunuz açık olsun. Peki, son olarak eklemek istediklerinizi ve gelecek planlarınızı sorsak?
Oyuna başlıyoruz 5 Şubat’ta. Benim Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri “En İyi Erkek” aldığım oyunu, “Bunu Ben de Yaparım”ı yeni ismiyle, “Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı” olarak oynayacağız. Biz hep kendi içimizde de tartışıyoruz yeni ne olur diye, bu sene bizi en çok bu heyecanlandırdı. Bir de gezmeyi de çok istiyorum tiyatroyla, öyle bir fırsatım olmadı. Gezemedim, çok çakılı oynadım. Şimdi tek kişilik oyun gezmeye de çok müsait, mesela Avrupa’da oynamak nasıl bir fikir onu merak ediyorum. 24 Şubat’ta Londra’da oynayacağız. Her ay bir ülkede oynamayı planlıyoruz. Onlar nasıl tecrübeler olacak onu merak ediyorum; oyunu özledim. Bir de sahnede tiyatro yaparak olmanın başka bir hissi de var. Esas mesleğimden çok uzak kalmak da istemiyorum. O kasımı da sıcak tutmak istiyorum.