“Kriz seven bir iletişimci” Ender Merter… Kelimenin tam anlamıyla devasa krizleri maharetle çözerken bundan büyük bir haz da alıyor. “Kriz sevilir mi ya?” diye soranlara “Krizi severek iş yapmaya başladık. Çünkü işimize aşıktık” diyor. Mesleğinde 40 yılı geride bırakan Merter, ilk günkü merakını ve heyecanını da koruyor. “Reklamarkası” birken iki oluyor, fikirleri ve emeği ödüllerle taçlanırken ardında bıraktığı izler de çoğalıyor. Yaptığı işlerle reklamcılık sektöründe sayısız başarıya imza atan Ender Merter ile hem bugünün hem de yarının reklamcılığını konuştuk.
Mesleki hayatınızın dönüm noktaları neler oldu? Sizi siz yapan isimler, olaylar, projeler hangileri oldu?
40 yıllık meslek hayatımda etkilendiğim ustalar Özdemir Asaf, İhap Hulusi ve daha sonraları ise Atilla Öğüt olmuştur. Tabii bunlar 80’li yıllarda bizim için çok önemli kişilerdi ve o dönemlerde usta çırak ilişkisi çok değerliydi. Bu olgular çağımızda çok değişti. Bizim dönemi anlattığımız zaman belki yeni nesle garip gelebilir. Daha akademi yıllarındayken matbaa ve fotoğrafçılık sevgim başladı. Matbaa aslında her reklamcının ve iletişimcinin bilmesi gereken bir sektör. Çünkü matbaa iletişimi kalıcı kılar. Ama günümüzde matbaa ne yazık ki artık yok denebilecek düzeyde. Benim o dönemde mesleki hayata geçişimdeki en önemli etkenlerden biri TRT’de stajyer olarak dublaj yapmamdı. Mesut Mertcan ve Seyyal Taner’in beraber kurdukları bir cast ajansı vardı Beyoğlu’nda. Oraya gitmiştim ve sesimin iş yapabileceğinden bahsettiler. Ve TRT’de staja başladım. O arada da o zamanki büyüklerimden olan Timur Erk ve Hikmet İkinciuçar bana reklam ajanslarında başarılı olabileceğimi söylediler. Ben de o zamanın en önemli reklam ajanslarından biri olan Yorum Ajans’a müracaat ettim. Erhan Sayılı, Allah rahmet eylesin, ajansın başındaydı.
Mülakata gittiğimde Erhan Sayılı dedi ki
- “Senin sesin etkileyici, sen müşteri temsilcisi ol.”
- “Ama” dedim ki “ben akademi falan filan…”
- “Yok” dedi, “Sen müşteri temsilcisi ol”.
- “Peki” deyip başladım.
Bu bir kere en önemli dönüm noktasıydı bence. Birlikte çalıştığım önemli bir isim de toprağı bol olsun Roberto Cohen oldu. Çok önemli bir grafik ustası ve aynı zamanda da çok iyi gözü olan bir fotoğrafçıydı. Ajans tarafından sevilmeyen ve lanetli biriydi çünkü hiç kimseyi sevmez, hiç kimsenin yaptığı işi beğenmezdi. Ama, benimle elektriği uyuşmuştu. Onun da bana çok katkıları olmuştur. Fotoğraf, görsel ve grafik uygulamalarda…
Geriye dönüp baktığınızda altında imzanızın bulunduğu, gurur duyduğunuz projeler neler oldu?
Ben reklamcılığı iki döneme ayırıyorum. İlki 1980 ile 2000 arasındaki dönem. Bu 20 yıl Türk reklamcılığının çok başarılı olduğu bir dönem. İkincisi de Milenyum diye tabir ettiğimiz 2000’den sonra inişli çıkışlı devam eden dijital yolundaki reklamcılık dönemi. Bakıldığında biz ağırlıklı 2000 öncesine dayalı reklamcılardanız. Bu geçen zaman içinde birçok işe imza attık ama en önemlilerinden biri bence 16 yıl hizmet verdiğim Marshall Boya’nın Galatasaray Spor Kulübü ile yaptığı sponsorluk anlaşması neticesinde Galatasaray’ın UEFA Kupası kazanması ve göğsünde Marshall’la çıkarak onu bir anda dünya markası haline getirmesiydi. Ve hemen o yıl Akzo Nobel’le ortaklaşa iş birliği yapmışlardı.
İkinci önemli, gurur duyduğum olay bugüne kadar yazdığım 17 kitap… Reklamcılar pek kitap yazmaz ama ben bu işe yazarlığa meraklı olduğum için önem verdim. Hatta son kitabım Türkiye’deki hiçbir reklamcıda olmayan İngilizce bir yayın. Bunu da ustamız Haluk Mesci ile beraber yaptık. Bütün çevirilerini Haluk Mesci yapmıştı. Ona da buradan selam ederim.
Diğer bir projem ise İhap Hulusi Görey… İhap Hulusi Türkiye’nin ilk afiş ve grafik tasarımcısı. Avrupa’da eğitim görmüş, Bauhaus dönemini yaşamış, Rönesansı hissetmiş ve tüm bu bildiklerini de gelip ülkesinde uygulamış. Türk alfabesinin kapağını yapan, Atatürk’ten siparişi alıp, o Atatürk ve Ülkü konseptli Alfabe’yi hayata geçiren kişi. İhap Hulusi’nin tabii ki günümüze yansıyan işleri de var. Mesela Kurukahveci Mehmet Efendi’nin logosu, Kulüp Rakı’nın etiketi… Etiketteki kişiler hep Atatürk ve İnönü’ye benzetilmiştir. Ancak gerçekte 1931 senesinde Büyük Ada Anadolu Kulübünde İhap Hulusi ve o dönemin millet vekili ve yazar Fazıl Ahmet Aykaç’ın beraber masayı paylaştıkları bir resimdir. İhap Hulusi’ye olan hayranlığım ve sevgim neticesinde onun bütün işlerini toplamayı başardım. Horhor, Çukurcuma ve Sahaflar gibi yerlerde çok dolaşırdım. Çukurcuma’da bir antikacıda bulduğum kolilerin içindeki bu İhap Hulusi eserlerini toplayarak bir kronolojik düzene getirip, ölümünün 100’üncü yılında 1998’de “Müsellesten Üçgene” adlı bir kitap yapmıştık. Bu kitabın çalışma kurulunda çok önemli isimler vardı; Sadık Karamustafa, Yurdaer Altıntaş, Haluk Tuncay, Ayşe Ataman, Hulki Aktunç, Onur Bayiç ve Turgut Yasalar… O dönem akademide beraber olduğumuz kişiler bu kurulu oluşturmuştu.
2008 senesinde “Kriz Seven İletişimci” ismiyle kendi biyografimi hazırladım. Bu konuda İzzettin Çalışlar ile çalıştık. Demişlerdi ki bana “Ne demek ya, kriz sevilir mi?” Kriz tabi sevilmez ama krizi periyodik yaşıyorsan krizi de sevmen lazım. Eğer sevmezsen bir iş yapamazsın. Krizi severek iş yapmaya başladık. Çünkü işimize aşıktık.
Yıl 2010 olduğunda, İstanbul Avrupa kültür başkenti seçildi ve ben tüm İhap Hulusi eserlerini Marmara Üniversitesi’nin Cumhuriyet Müzesi ve Sanat Galerisi’ne bağışladım. Ve orada Müsellesten Üçgene diye bir galerim oluştu. Bütün Cumhuriyetin görsel kronolojik bir geçmişini, o yıllardaki yapılan işleri görebilirsiniz.
Bu konuyla ilgili birçok yazılmış eser olsa bile, ne yazık ki Türkiye’nin en büyük eksiklerinden biri de görsel arşiv sıkıntısı olduğu için, görsel bulmak hep zordur. Ama biz bunları yaptık. Bu konuda rahmetli sevgili Batuhan Erdi, Sedat Berktav, Sefa Öncül’ün büyük katkıları vardır. Onları da unutmamak gerekir.
Ender Merter pazarlama sektörünün en uzun soluklu TV programı Reklamarkası’nda sektörün önde gelen isimlerini konuk ediyor…
Uzun yıllardır sektörde başarılı işlere imza atarken sektörün gelişimine de tanıklık ettiniz. Bu perspektiften baktığınızda sektörün son 20 yıldaki gelişimini nasıl yorumluyorsunuz?
Baktığınız zaman 40 seneyi doldurmuş durumdayım sektörde. Bizim dönem aslında Türkiye’nin de değişimini ve dönüşümünü yaşayan bir süreç oldu. 1980’li yıllar malumunuz bir askeri darbenin sonunda birtakım kısıtlamalar ve onun arkasından Özal’ın 1984 global dünya anlayışıyla birçok yabancı networkün/yabancı yatırımcının ülkemize girerek yatırım yapmalarına neden oldu. Bu reklamcılık sektörü için bulunmaz bir fırsattı. Bunu değerlendiren ajanslar, Türkiye’de kendine yer bulan yabancı networkler Türk reklamcılığının gelişmesine büyük katkıda bulundu. Doksanlı yıllar Türk reklamcılığının bence kreşendo yaptığı yıllardı. Çok büyük kazançlar, çok büyük reklamlar daha doğrusu sanatsal reklamların ortaya çıktığı dönemlerdi. Ama 2000 dediğimiz bir eşik, milenyum diye tabir ettiğimiz bir dönem, işi tamamen dijital bir hayata evirerek gelişmeleri bu yönde sağladı.
Son 20 yıla bakacak olursak reklamcılığın çok değiştiğini görüyoruz. Bu değişim ve dönüşüm tabi ki en çok dijital dünyada yaşandı. Reklam sektörü de bu değişime ayak uydurmak durumunda kaldı. Birçok ajans kendi havuzunda birçok alt kategorideki taşeronları birleştirerek havuzu büyüttü ve reklam kampanyalarıyla işlerini genişlettiler. Halkla ilişkiler olsun, sosyal sorumluluklar olsun, etkinlik çalışmaları olsun, markaları yakalamaya çalıştılar.
Sektörün en uzun soluklu programı oldu Reklamarkası… Bu başarının ardındaki sır nedir? Sizce Reklamarkası sektöre neler kazandırdı?
Reklamarkası, hakikaten sektörün belleğini/hafızasını yenileyip kayıt altına aldı. Bu Türk reklamcılığı için çok önemli. Bunun için 5’inci yılda çıkarttığım Reklamarkası kitabı ve bunun yanında yaptığım YouTube kanalındaki bütün programların linkleri, sektörün hem marka açısından hem ajans açısından bir belleğini tutuyor.
Reklamarkası 2010 yılında canlı olarak TGRT haberde başladı ve canlı olarak 12 senedir devam ediyor. 700’den fazla canlı program yaptık. 2000’in üzerinde konuğumuz oldu. 500’ün üzerinde markayı, birçok sivil toplum örgütünü, akademisyeni, yeni nesil temsilcisini ağırladık. Yani sektörün bir yerde gözü kulağı olduk diyebilirim. Tabii uzun süredir, 11 seneye yakın bir zamandır, Ciner Grubu’nun Bloomberg HT kanalındayız. Onların da bize bu konuda çok büyük destekleri oldu. Ekip arkadaşlarım, yani gözükmeyen gerideki güçler çok değerli kişilerden oluşuyor. Gerek İlancılık Ajansı ve Dijital Panzehir tarafında olsun, gerekse Bloomberg HT TV tarafında olsun hepsinin katkıları çok büyük. Onların verdikleri destekleri hiçbir zaman unutamam. Reklamarkası tabi bugün sektörde sadece iletişimcilerin değil, birçok sektörün izlediği program oldu. Çok ödül aldık bu arada. Neredeyse her sene iki-üç ödülün sahibi olduk. 2022’nin başında da gelen talepler neticesinde Reklam Arkası Ekstra diye ikinci bir programa geçtik. Bu programda sadece reklam değil, advertorial olarak her türlü markanın ve ajansın isteklerine cevap vermeye ve onların projelerine yer vermeye çalışıyoruz. Çünkü iletişim sektörü hakikaten kolektif bir yapı içinde devam ediyor.
Son üç programda da benim hep hayalimde olan, usta-çırak ilişkisine örnek olarak Reklamarkası Ekstra’yı reklamcı ve meslektaşım olan oğlum Tankut Merter’e devrettim. İçim çok rahat. Önce biraz tereddüt etmiştim. Hani hem marka açısından hem ajans açısından bir soru gelebilir mi diye. Ama çok olumlu karşılandı. Kendisi de bu işi çok başarılı ve gönülden yapıyor. Zaten bu işi severek ve gönülden yapmazsanız ne 700 program ne de 12 sene olur. Biz bu işe gönül vermiş insanlarız. Her zaman reklamcılık için varız. İletişim büyük bir sektör. Ve onun desteğiyle de her iki yayınımız da devam ediyor. Burada başarının sırrı işini sevmek, takip etmek, araştırmak, dünyayı izlemek ve olan bitenden haberdar olmak. Sadece iletişim sektörü değil, her konuyla ilgili olmak. Reklamcılık zaten böyle bir şey. Onun için programa devam ediyoruz. Burada başarının sırrının sadece bir aşk olduğunu söyleyebiliriz.
Yetenek krizi sektörün en önemli sorunlarından biri olarak görülüyor. Siz bu sorunu nasıl yorumluyorsunuz? Reklam sektörü yetenek darboğazını aşmak için neler yapmalı?
Ne yazık ki bizim kültür anlayışımız, eğitime bakış açımız diğer Batı ülkelerine göre çok geride. Tabi böyle olunca yetenek de sınırlı kalıyor. Şu anda 70-80’e yakın iletişim fakültesi olan ülkemizde, neredeyse her adım başı bir üniversite açılıyor. Bu üniversiteler, ne kadar işin ehli eğitim görevlisine sahip, iletişim ne kadar bu işi bilen kişiler tarafından çocuklara anlatılıyor belli değil. Yani üniversite açmak bir ülkenin eğitiminin çok ileri olduğunu ortaya koymaz. Burada önemli olan nitelik ve nicelik.
Tabi dijital bir ortama girdiğimiz için artık her şey mobilize. Gençlerimiz de mobilize. Bu yeteneği sınırlayan bir şey. Ama diyeceksiniz ki dijital ve teknoloji yeteneği nasıl sınırlar? Bilakis daha ileri taşımaz mı? Her şeyi bulabilirler. Orada da çok büyük bir bilgi kirliği söz konusu. Yani dijital ortamda aldığımız her cevaba, “Aaa bu kesin doğrudur” diyemeyiz. Biz eskiden ansiklopedi ve kitap okurduk. Şimdi bunlar azaldı. Yetenek krizi global bir sorun. Ama aşılabilir. Bunun için de üniversitelerin ve reklamcılık bölümünün sektörle ortak çalışmalara imza atması lazım. Çünkü iş sadece teoride bitmiyor. İş dünyasıyla yapılan ortaklıklar gençlerin gelişimine fayda sağlıyor. Bunun güzel bir örneğini önümüzdeki günlerde İzmir ekonomi Üniversitesi ile Reklamarkası programında işleyeceğiz. Birtakım üniversitelerde kurulan reklam ajansları var. Bunlar profesyonel ajans gibi çalışıyor. Aldıkları brief’lerle kendilerini yaratıcılığa hazırlayan, yeteneklerini ortaya koyan gençlerden oluşuyor. Bu yetenek krizini çözmede üniversite ile profesyonel yaşamın iç içe geçmesi önemli sonuçlar verecek.
Ender Merter’in hayalinde nasıl bir reklam sektörü var?
Bütün yan kuruluşlarıyla bir bütün halinde her zaman uluslararası boyutta yarışabilecek işler çıkartan, başarılı bir Türk reklamcılığına inanıyorum. Çünkü nüfusumuzun yüzde 40’ı 30 yaşın altında. Genç kuşakların sektöre sahip çıkması lazım. Bizlerin de görevi sektörü sevdirmek. Sektörü olumsuz yönleriyle tanıtmak değil, bilakis yaşanmış eski reklamlarla hafızaları zorlamak. Sadece yapay zekâ ve teknoloji değil geçmişte neler yapıldığına da bakmak lazım. Tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu unutmamak gerekir. Çok sihirli bir coğrafya üzerindeyiz, onun için çok şey üretebilir, çok şey yapabiliriz. Yeter ki isteyelim.