10 yıl önce yalnızca Turkcell’e hizmet vermek için kurulan İz İletişim bugün 21 ana şirket altında 50’dan fazla markaya hizmet veriyor. Ajansın kurucusu Nedim Özkan’a göre bu 10 yıllık süreçte İz İletişim’in müşterileri için yarattığı en büyük katma değer Türkiye’de iletişimin layığıyla ve “disruptive” bir yaklaşımla yapılabileceğini göstermek oldu. “Duvara bantlanan o muzu biz yedik!” diyen Özkan ile geçtiğimiz 10 yılda PR sektörünün nasıl dönüştüğünü, İz’in yolculuğunu ve PR sektörünün geleceğini konuştuk. Özkan’ın anlattıkları gerçekten de iddia ettiği gibi “disruptive”.
Öncelikle geçtiğimiz 10 yılın İz İletişim için nasıl geçtiğini sorarak başlayalım. Sizin için öne çıkan kilometre taşları neler oldu?
İz’in ömrünün ilk 10 yılı, dünyanın bir önceki 10 yıllık evreden çok uzaklaştığı bir döneme denk geldi. Bilginin daha önce görülmemiş bir hızda dolaşıma girdiği bir 10 yıllık süreçti bu. Kültürlere mirası da “post-truth” oldu. Tam bir Türkçe karşılığı yok ama ben “hamaset” sözcüğüyle bu kavramı yerelleştiriyorum. Bilgiye erişim kolaylaşırken doğru bilgiye ulaşmak zorlaştı, hamaset makbul oldu. Toplumdaki bu kültürel değişim bizim iş yapış biçimlerimizi de etkiledi. Artık bir mesajı hedef kitleye iletmek yetmiyor, hedef kitleyi “doğru söylediğinize” ikna etmeniz de gerekiyor. Bunun da tek yolu; doğru mesajları tekrar tekrar vermek, farklı kitlelere farklı içeriklerle, özgün bağlamlarla, farklı kanallardan ulaşmak. Ajans olarak içine doğduğumuz “dönüşüm döneminde” bu dönüşümü bizzat yaşayan ve gerçekleştiren ajans konumuna geldiğimize inanıyorum. Tek tek kilometre taşlarını saymayayım ama bizim için en anlamlısı çalışanların oylarıyla alınan “Great Place to Work” ödülünü almamız oldu. Zira çalışanlarınız mutluysa müşterileriniz de mutludur. Bugün, “Demek ki doğru hamlelerde bulunmuşuz” diyorum.
Elbette sektörün iş ortağı olan medyayı da konuşmak lazım. Medya tarafında nasıl bir dönüşüm yaşanıyor?
Bu konuda söyleyecek çok sözüm var ama sınırlandırmam ve önceliklendirmem gerekirse; ilk sıraya, “tarafını belli ediyor olmanın ve dahi tarafsızlığın bedelinin ağırlaşması”nı koyarım. Kitleler kutuplaştı, her cephe haklılık mücadelesi verdi. Bu noktada medya sahipliği değişti ve ha bercilerin haberlerini doğrulatmak gereken bir döneme girildi. Teyit haberciliği adında yeni bir tür yayıncılık ortaya çıktı mesela. Çünkü “medium” değişti. Gazete okunmaz, televizyon izlenmez, telefon elden düşmez oldu. Milyonlarca insan haberleri “story”lerden takip etmeye, gündemi WhatsApp gruplarında tartışmaya başladı. Sizin de düzenledikleriniz dahil olmak üzere, sektörel zirvelerde 10 yıldır söylenen “mobilin yükselişi” gerçek oldu. Artık hayatımızın ortasında mobil cihazlar var. İletişimde “mobile uyum” önümüzdeki birkaç yıl daha gündemde olacak.
Geride bıraktığımız 10 yıl içinde PR sektöründe neler değişti?
Güç sahipliği teknoloji sahipliğiyle eşitlendi. Bunu her anlamda söylüyorum. Üretimde de bu böyle, iletişimde de… Gelişen teknolojiyi iş alanlarınıza ne kadar entegre ettiğiniz sizi diğerlerinden farklılaştırıyor. Bu nedenle danışmanlığını yaptığımız kurumların kendi alanlarında zamanın ruhunu nasıl yakalayacağı konusunda bizim yön gösterici olmamız gerekiyor. Bunun da odağında teknolojideki gelişmeleri yakından takip etmek var. PR ajansları artık teknolojiden uzak değil (En azından rakip olarak gördüğüm bazı değerli meslektaşlarım için bunu söyleyebilirim) ve danışmanlığını bu bilgiye göre yapıyor. Örneğin, Instagram kullanımı 5 yılda tam 10 kat büyüdü ve değeri 100 milyar doları aştı. Bu bilgiyi ve gerçekleşen teknolojik gelişimi görüp görmediğiniz bile verdiğiniz danışmanlığın kalitesini/güncelliğini etkiliyor. Özetle, bu 10 yıl PR ajanslarının münferit olarak yarattığı değerin farklılaştığı bir periyot oldu diyebilirim.
Markaların sizden talepleri nasıl evrildi?
Bu soruyu yanıtlarken bu 10 yılı iki ayrı periyoda bölmem gerekiyor. Çünkü 2010-2015 arası “content”in “king” olduğu bir dönemken, 2015-2020 arasında tahta “context”in yani “bağlam”ın geçtiğini düşünüyorum. İz’in kurulduğu yıllarda, “içerik üretimi” bizim zaten ana işimizdi. İçine doğduğumuz dönemin “olması gerekeni”ydi. Bu nedenle ajansın yapılanmasında, gazetecilerin olmasını çok önemsedik. “Eski” gazetecileri bünyemize dahil ederek içerik kası çok güçlü bir ajans olarak yola çıktık. Markaların bizden beklediği de buydu. 2015’ten sonra ise; içerik üretimi önemini korurken, üretilen içeriğin hangi bağlamda kullanıldığı daha önemli oldu. Markaların talepleri de kurumsal hafızaya uygun doğru bağlamda içerikler üretmek oldu.
Bu 10 yıl içinde İz İletişim olarak müşterilerinize sağladığınız katma değer ne oldu?
10 yıl önce, sadece Turkcell’e iletişim danışmanlığı yapmak üzere kurulduk. Bugün, aralarında Turkcell de olmak üzere 21 ana şirket altında 50’dan fazla markayla direkt iş birliği halindeyiz. Bu başarının alametifarikası disiplin ve tutku. Bu konuda çok iddialıyız. Birlikte çalıştığımız markalara sağladığımız en büyük katma değerin, Türkiye’de bu işin layığıyla ve “disruptive” bir yaklaşımla yapılabileceğini göstermiş olmamız diye düşünüyorum. Maurizio Cattelan’ın 120 bin dolar değer biçtiği “duvara bantlanmış muz” eserini biliyorsunuz… Sergi sırasında başka bir sanatçı David Datuna bu muzu yedi ve yaptığı eylemin adının “Aç Sanatçı” olduğunu söyledi. İşte biz duvara bantlanan o muzu yiyen kişiyiz.
İz İletişim hangi noktalarda sektörde fark yarattı?
Medya ilişkileri anlamında sektörün en güçlü ajansları arasındayız. Medya iletişiminde yeni formüller geliştirerek sektörde fark yarattığımızı düşünüyorum. Fakat biraz önce “çalışanlarınız mutluysa müşterileriniz de mutludur” demiştim.
Yaptığımız işlerden ziyade, sektöre emsal teşkil edecek insan kaynakları yönetimimizle farklılaşıyoruz. Özellikle kadın çalışanlarımıza yönelik uygulanan pozitif ayrımcılık politikası, bizi sektörde başka bir konuma taşıyor.
Özellikle koronavirüs salgını sırasında edinilen veya ortaya çıkan yetiler doğrultusunda PR’ın geleceğinin nasıl olacağını öngörüyorsunuz? Bu anlamda PR sektöründe trendler nasıl şekillenecek?
Politik psikolojinin kurucusu Psikiyatr Vamık Volkan; tehlike uzak olduğunda yaşanan duygunun kaygı; tehlikenin içindeysek korku olduğunu söylüyor. Tehlikenin günlük hayatımızda bizi sınırlandırması, daha görünür olması -ve daha da görünecek olması- kitlelerin davranışlarında bir “gerileme” yaşantısı yaratacak. Buna karşı insanların geliştireceği en temel savunma mekanizması ise anksiyete olacak. Böylece salgının yaratacağı toplumsal ruh sağlığı sorunu yarının gündemine girecek. Ortak tehlikeye ya da düşmana karşı toplumların ihtiyaç duyduğu reçete belli; birlik, ortak mücadele ve dayanışma duygularının yaygınlaştırılması… Peki bu noktada biz ne yapmalıyız? Topluma, kolektif empatiyi görünür kılan mesajları ileterek duygudaşlık yakalamalı, insanların beklentisi olan bir arada olma ihtiyacına katkı sağlamalıyız. Topluma bir bütünün parçaları olduğumuz hissini yaşatacak kurumsal davranışlar geliştirmeli ve doğru bilgiye dayalı proaktif stratejiler kurmalıyız. Yaşadığımız bu buhran, toplumun ortak bilinçaltında ancak ve ancak toplumsal dayanışmayla çözülecek. Ve bu çözüm, bütün ulusların ortak dayanışmasıyla mümkün kılınacak. Küresel virüs salgınının iş dünyasındaki yansımaları şimdilik kurumsal sosyal sorumluluk noktasında olsa da, çok uzak olmayan bir gelecekte, bu dönemin adı konulacak. Levent Erden’in deyimiyle “post-viral”in bizlere mirası, “insanlar arası sosyal izolasyon”, “ülkeler arası ekonomik izolasyon”, “devletler arası siyasi izolasyon” olacak. Post-viral döneme hazırlıklı olan kazanacak. Çalışma sistemlerimizde dönüşüme gitmeyi konuşacağımız, “insan ve zaman odaklı çalışma modeli” üzerinde duracağımız, değerler bağlamında kurumsal stratejilerimizi gözden geçireceğimiz, yüzleşeceğimiz, “büyük değeri” göreceğimiz bir dönemin başlangıcındayız.